Tatlı sert esen batı rüzgarları yamaçlara yağacak bereket yağmurlarının müjdecisiydi bu sabah. Doğa kıpır kıpır tomurcuklanırken yabani çiçekler çoktan rengarenk açmışlardı. Ağaçların yeni filizlenmeye başlaması ile yeşilin her tonunu barındırıyordu bu dağ yamacı. Hayvanlar tatlı telaş içinde bir o yana bir bu yana koşturuyorlardı, kış bitmişti ve bahardı artık.


Kendi aralarında konuşan kır çiçekleri birbirlerine, üzerlerine konan hayvanlardan, onlarla olan alışverişlerinden bahsederken araya karabaş otunun da durumunu sıkıştırmayı ihmal etmiyorlardı. İç içe yaşayan birçok bitki komşuları olan bu güzel mor renkli çiçeklere sahip bitkiden hem gıptayla bahseder hem de ara ara dalıp gitmesine bir anlam veremezler, ona bir şey demeden kendi aralarında hayıflanırlar, çare arayışına girerlerdi. Her daim vakur lakin bir o kadar da nahif ve kırılgandı. Bu yamaçta ondan güzeli yoktu, bunu bilir ama böbürlenmezdi fakat için için kendini buraya kısılmış hisseder ve hayal kurardı. Güzel, süslü bir bahçede birbirinden ünlü nadide çiçeklerle olmayı düşlerdi. Büyüklerinden kulak dolgunluğu vardı insanlara dair. Kimisi korku ile bahseder kimisi ise onların çiçekleri çok sevdiklerini, sabır ile yetiştirdiklerini söylerdi. Böyle duymuştu. Bu yamacın görülmeyen ama kulaktan kulağa geçen efsanesi idi insanlar.




Karabaş otu tüm dedikodulara kulağını tıkar, hiçbiriyle muhatap olmazdı. Aslında dedikleri gibi değildi, onun kendi dünyası ve hayalleri vardı, insanlardan bahsedildiğini duyduğu günden beri kopmuştu etrafından. Kendi türleri içinde bu kadar beğeniliyor ise kim bilir insan denen onu görünce nasıl büyülenecek ve değer verip baş tacı yapacaktı. Kokusu, rengi, çiçeği çok özeldi. Yirmi dört saati insanları, onların dünyasını hayal etmekle geçiyordu. Bit gün mutlaka bir insan gelecek, onu alacak ve sonsuz bir sevgi ile sarıp sarmalayacaktı. Emindi, taa içinde hissediyordu bunu.



İki gün boyunca aralıksız yağan yağmurdan sonra güneş tüm ihtişamı ile yine pırıl pırıldı gökyüzünde, yağmurdan nasibini alan doğa şimdi bir yandan ısınıp kuruyor bir diğer yandan büyüyordu. Rehavet içindeki bitkiler uzaktan çığlık çığlığa duyulan sesle irkildi, bu yaramaz kelebeğin sesi idi

_Geliyorrrr, geliyorrrrrr elinde bir dal parçasıyla insan geliyorrrr!

Avaz avaz bağırıp hızla uçuyordu. Kaçıyor muydu, korkuyor muydu yoksa mutlu muydu?

Karabaş otunu heyecan sardı, işte o gün bu gündü, hayali gerçek olacaktı. Nefesini tuttu, dallarını silkeledi ve daha bir dik durup beklemeye başladı. Ara ara iniltiler duyuluyordu ayak sesiyle birlikte, bitkiler birbirlerine bakıyor ama bir yorumda bulunmuyorlardı. Aslında biliyorlardı ne olduğunu, büyükleri anlatmıştı onlara. Her insan adımında biri ikisi can veriyordu o koca ağırlığın altında.


Bizim hayal gezgincimizde için için tekrarlıyordu

-Evet ölüyorlar, ölüyorlar. Onlar küçücükler, basacak yer yok bu doğal, bu doğal…

Adımlar yaklaştıkça rüzgârın sesi kaldı sadece yamaçta, sus pustu kuşların haricinde her şey. O koca gövdeli, güler yüzlü insan geldi, tam karabaş otunun yanında durdu. Bir şeyler söyledi yüzündeki sevgi ve şevkatle, eğildi kokladı, içine çekti

‘’Ne güzelsin, nasıl bir şeysin sen böyle?’’

Mırıldanmaya devam ederek yapraklarını eliyle okşadı. Kalbi duracaktı bizimkinin ama durmadı, çok mutluydu, daha bir saldı kokusunu ve mest etti insanı.

İnsan küçük bir alet çıkardı çantasından ve başladı bizimkinin yapraklı çiçeklerini kesmeye. Canı acıyordu ama olsun geçecekti birazdan, bu insan ona tüm sevgisiyle unutturacaktı yaşadığı acıyı. Onun dünyasına gidecek ve yepyeni duygularla bambaşka hayatlar tanıyacaktı. O tüm bunları düşünürken küçük ıslak bir beze sarıldı solmasın diye.

‘’İşte, dedi. İşte nasıl değer veriyor bana, biliyor ne kadar narin olduğumu.‘’

Elde taşındı uzun bir süre, her adımda ileri geri sallanıyor başı dönüyordu. Yürüme bitti sonunda ama bu seferde son derece gürültülü, kapalı bir şeyin içine girdi, sarsıla sarsıla bir iki tomurcuğu hasar gördü, eh olsun nasılsa yerine yerleşince tedavi ederdi. Gün batımında durdu gürültü, yine elde taşındı ama bu sefer kısacıktı yol. Uzun olsa da bir şey fark etmezdi çünkü yol boyunca insan onunla konuşmuş, onu ara ara sevmiş ve çok güzel bakmıştı. Değerdi bu çektiğine, hayali, istediği bu değil miydi, oldu işte.

Gece olmasına rağmen bir ışık aydınlattı ortamı, burası yaşadığı yer olmalıydı, onun yaşadığı yere benzemiyordu, gökyüzü ve ay yoktu, her yer kapalıydı lakin bunları düşünmeye gerek de yoktu. İnsan onu yüksekçe bir yere koydu, arkasını döndü, tıkırtılı şeyler yaptı. Tekrar ona döndüğünde içi su dolu saydam, ne olduğunu bilmediği bir şey vardı elinde, nazikçe aldı o su dolu saydama yerleştirdi ve tam karşısına oturdu, mutlu gülen yüzle ona baktı. Biri hayaline kavuştuğu, diğeri ise bahardan bir parçayı evine taşıdığı için mutluydu.


Bir iki gün her sabah suyu değişti bizimkinin, insan içini döktü ona, o da kokusunu saldı sevgisine karşılık olarak. Bir iki gün daha geçti, suyu değişmiyordu ve insan onu alıp bir köşeye koymuş, o yokmuş gibi davranmaya başlamıştı. Anlamlandıramadığı şekilde sızı vardı dallarında, tüm uğraşısına rağmen iyileştiremiyordu kendini. Yaprakları diriliğini kaybetmiş, çiçeğinin rengi solmaya başlamıştı, yoksa ölüyor muydu?

Hayır, hayır saçmaydı bu, insan izin vermezdi ki buna, seviyordu onu, aşkla bakıyordu.


Aradan on gün geçti, artık karabaş otu iyice solmuş, yaprakları çürümeye başlamıştı. Kendi başına bir köşede terk edilmişti, kökleri de yoktu ki onu iyileştirsin. Derin bir iç çekti o yamacı düşündü, hata yapmıştı, sonunu getiren bir hata. Anlamıştı bunu ama çok geçti, her canlının yeri belliydi aslında bu alemde, doğanın kanunları vardı ve bunlar değiştirilemezdi. Kendi isteğiyle hazin sonunu hazırlamıştı ve sonsuz sevgisini beklediği insan da bu sonda ona yardım etmişti. Hadi o cahildi peki ya insan? Bilmiyor muydu böyle olacağını?


Son saatleriydi, belliydi, çürük kokusu geliyordu yosun bağlamış sudan, kalbi paramparçaydı lakin yine de bir umut demekten kendini alamıyordu. İnsan geldi, ona doğru yürüdü, eğildi ve yüzünü buruşturup bir hamlede eline aldı yeşillenmiş saydamı ve hızla içi pislik dolu bir poşete döküverdi. Karabaş otu tüm pişmanlığı ve hayal kırıklığı ile son nefesini poşete düşmeden evvel insanın yüzünü buruşturduğunda acıyla vermişti zaten.


Velhasılı demem o ki karabaş otu siz de olabilirsiniz. Hayalleriniz köklerinizle var.