Otobüsler yer kapmaca oynuyordu sanki. Otogarın etrafında dönüyor, dönüyor, dönüyor ve boş yere park ediyordu. Aslında olanın bir yer kapmaca olmadığı, hangi otobüsün nereye park edeceğinin planlığını olduğunu biliyordu. Doğrusu, umuyordu. Kafasını çevirdiğinde uzun zamandır bekliyor olmanın işaretlerini taşıyan, birkaç saat sonranın otobüs yolcularını gördü. Onlar da oturdukları banklarda donuyor, donuyor ve donuyordu.


O soğukta yolcuların sağ salim varmasını umut etti. Yolların durumu hakkında bir bilgi almaya çalışmamıştı. Oraya varmaya çalışırken geçtiği zamandan daha kötü olduğunu tahmin ediyordu. Onun adına, otobüs seferlerinin devam ediyor olması bile bir mucizeydi.


Cebinden sigara kutusunu çıkardı. Zehirli dört çubuktan bir tanesini almakla beraber yanındaki fazladan boşluğa kurulmuş olan çakmağı da yerinden aldı ve kutuyu cebine geri sıkıştırdı. Çakmağın nihai amacını gerçekleştirmek için çakmağı, ağzına koyduğu sigaraya yaklaştırdı ve yakmayı denedi. Esmekte olan rüzgar çakmağı yakmasına izin vermedi. Birkaç başarısız denemeden sonra düşündü, beş yıl önce vefat etmiş annesi mi rüzgara tembihlemişti yoksa? Onun yüzünden mi sigara içmesine müsaade etmiyordu hava şartları? Cevabın peşinden koşmadı. Çakmağı yakmayı denedi, denedi ve denedi.


Yan tarafta bekleyen adamlardan biri hareketlendi ve onun yanına geldi. Adam eliyle siper edince, üç yerden rüzgarın kesilmesiyle çakmak sonunda yanmayı başardı kendi küçük dünyasında. Yandığı gibi de sigarayı yaktı hemen. Adamın neden ona yardım etmek için yerinden kalktığını düşünmesine gerek kalmadı bile. Hemen niyetini belli etti. “Ateşi ben de kullanabilir miyim kardeş?”


Bir şey demeden uzattı çakmağı. Bu sefer de o ekstradan siper yaptı ellerini. Çakmak, küçük iglonun içerisinde yanmayı başardı ve adamın da sigarasını yaktı. Aynı çakmak ile yanmış iki sigaranın dumanı eş zamanlı olarak üflendi. Ancak dumanlar iki yüzün ortasında çarpışamadı. Kuvvetle esen rüzgar, iki sigara dumanını ensesinden tuttuğu gibi götürmüştü çünkü.


“Sağ ol,” dedi adam ve oturduğu yere geri döndü. Az önceki on saniye hiç yaşanmamış gibi olabilirdi, ancak iki adet sigara yanmaktaydı. Kimsenin dikkat etmeyeceği büyük bir farktı bu. Dünyadan iki sigara daha eksiliyor, iki ciğer daha zehirleniyordu. Oradaki herkes üşüyordu ve otobüsler yer değiştirmeye devam ediyordu.


Sigarasını iki dudağı arasına sıkıştırdı ve sağ koluyla sıyırdı sol kolunu. Kolu çıplak bırakmanın bedelini bir yumruk kadar hızla gelen soğuk rüzgarla ödese de o dövmeye bakması gerekiyordu. Oraya gelene kadar hayal gördüğünü sanmıştı ancak gerçekti. Dövmesi gerçekten de solmuştu. Soğuk ortamda farklı görünebileceğine dair saçma bir umut beslemişti ama o umut da esen rüzgarla birlikte dağılıp gitmişti.


Bekleyen yolcuların yanından ayrıldı. Yolda giderken karlı zemine ondan önce ayak basmış insanların bıraktığı izlerde onun yüzünü aradı. Her yerde görüyordu onu, insanların bastığı karlı zeminde görmemek, görmekten daha çok şaşırtırdı onu. Fotoğrafı paltosunun iç cebindeydi ama paltoyu açmak demek, çatışmadaki bir askerin kaskını çıkarıp da kafasını siperden kaldırması demek olacağı için dokunmadı kendi giysisine. Sağ eli iç cebinde sığınarak sırasını bekledi, diğer eli sigara nöbetini titreye titreye sürdürdü.


Otobüslerin yan cephelerinde aradı yerde bulamadığını. Camın ardındaki yolculara bakamadı, camlar buğuluydu. Buhardan perdeler, içerisinde yolcu olan tüm otobüslerin camlarına sirayet etmişti. Bir anlığına, gözlük taktığı zamanları hatırladı. Bir nefes çekti sigarasından, yoluna devam etti.


Büyükşehirlerdeki otogarlar gibi değildi oranın otogarı. Az sayıda otobüs, çok sayıda yolcu vardı. Biletler pahalı sayılmazdı ancak insanlar biletin bedelini elleri titreye titreye veriyordu. Yılın uzun bir dönemi boyunca orası soğuk olduğu için bu el titremeleri hiç yadırganmıyordu. Üstüne, insanları sıcak olmaya yönlendiriyordu bu soğuk hava. Yadırgamak, küçümsemek gibi şeylerden uzak durmaya çalışıyorlardı.


Yol kenarından yürümeye devam etti. Olduğu yeri kaybetmesini sağlayacak kadar güçlü bir fırtına kopsa bile ‘onun’ nerede olduğunu kaybetmezdi. Beyazların içerisinde kör kalsa bile kolundaki o sembolün rehberliği sayesinde yolunu bulurdu, diye inanıyordu. Rüzgar gözüne gözüne geldiğinden kafasını iki yana doğru çeviriyordu sürekli. İki yanda da gördüğü manzaralar, ona vuran soğuktan daha çok etkiledi onu.


Çocuğuna koza olacak kadar sıkı sarılmış bir anne gördü. Bakışlarını anneden alıp öteki yana çevirdi. Altına sığındığı mont ile bankta yatarak bekleyen bir genç gördü. Tekrar sağa baktığında gökyüzünde bir şey görmüş gibi göğe bakan bir adama takıldı gözleri bu sefer. Önce heykel olduğunu düşündü. Sonrasında da soğuktan donmuş bir insan olduğunu... İkisi de değildi çünkü çok hafifçe de olsa avuçları montunun cebinde olan kolları rüzgarda sallanıyordu. Adamın baktığını görebilmek için o da kafasını kaldırdı. Kapalı bir havadan fazlasını bulamayınca vazgeçti, yoluna yürümeye devam etti.


Adamdan uzaklaştığı vakit aklına geldi. O da iki tarafındaki manzaradan korkmuş, bakılabilecek tek yer olan göğe bakmış olmalıydı. Ancak gökte de onu bekleyen şey yalnızca öfkeli bir fırtınaydı. Yine de adam haklıydı. Soğuktan çocuğunu korumaya çalışan bir anne ile soğuktan kendini korumaya çalışan bir gence kıyasla öfkeli bir fırtına, bakması çok daha az endişe verici bir manzaraydı.


Otogar, biçim olarak ‘0’ şeklindeydi. Üç tane, birbirlerine eşit uzaklıklarla paralel olan, uzunlamasına yapı sırası vardı. Tur şirketlerinin bilet satan ofisleriydi. Otobüslerin yolu da orta sıradaki ofislerin etrafını sarıyordu. Onun yürüyerek varmayı hedeflediği yer ise orta sıradaki ofislerin kuzey tarafındaki başlangıç noktasıydı.


Ümit ettiğinden daha hızlı bir şekilde hedefine vardı. Sıra olarak en baştaki ofisin yan cephesinin dibine gelmişti. Sıradaki ilk yapı olduğu için yan cephesi, tek renkle boyanmış düz bir duvardı. Sigarası, hedefine varmanın heyecanından tükenince cebindeki ezilmiş paketten bir tane daha çıkardı, çakmakla beraber. Bu sefer ona eşlik edecek, yardım edecek kimse yoktu. Yüzünü yakınındaki yapıya doğru çevirdi. Öncekine göre biraz zorlansa da yakmayı başardı. Çakmağı ezilmiş odasına geri koyup kutuyu da cebine geri sıkıştırdı.


Etraftaki sis tüm yoğunluğu ile kendini hissettirse de görüyordu ‘onu’, zor olsa da. Sigarasını iki dudağının arasına sıkıştırdı, sol kolunu yeniden sıyırdı. Kolundaki dövmeyle beraber, gözlerinin önündeki, duvarın kenar dibindeki resmin de solduğunu gördü. Oraya geldiğinden beridir kıyafetine çarpan, derisine sızan ve kaslarını etkileyen o soğuk, o an dokunabildi kalbine. Kalbi o an anladı ne kadar soğuk bir yerde bulunduğunu. Dizleri çözündüğünden dizleri üstüne düşecekti ancak ayaklarına inen kara sular donmuş olduğundan, bu mümkün olmadı. Soluk bir kırmızı renge boyanmış duvarın sağ alt köşesindeki resme bakmaya devam etti. Gözü yaşarmadı. Gözündeki yaşlar donmuştu.


Az önce gördüğü genç gibi bir paltonun içerisine sıkışmak istedi. Diğer taraftaki seçeneği düşünmedi bile. Az önce gördüğü resimle beraber anlamıştı. Artık onu koza gibi saracak, soğuğa karşı koruyacak kimse yoktu, kalmamıştı... Hem kolundaki dövme hem de binanın kenarına yapılmış o küçük resim bunun kanıtıydı.


“Ben daha can yakar diye düşünmüştüm,” dedi adam, koluna dövülmüş çizime baktığı sırada.


Oturduğu koltukta geriye doğru yaslandı kadın. “Canının yandığını gördüm,” deyip üstüne gülümsedi. Adam hızla cevap veremeyip tekleyince, kadın gülümsemesini devam ettirerek kalktı ve malzemelerini toplamaya başladı. “Bu işi yeterince yaptım. Kimin canının yanıp yanmadığını gözlerinden anlayabiliyorum.”


“Ama hiç ses çıkarmadım.”


“Çıkarmaman da gerekiyor zaten. Yoksa dikkatimi dağıtırdın, ben de kolunu dağıtırdım.”


“Tamam, belki biraz canım yanmış olabilir. Ki bu yanlış bir şey değil.” İki elini de havaya kendi yüzünün hizasına kaldırdı adam. Kadın yüzünü ona çevirip bakınca adamın havadaki elleri yumruk olup kapanıverdi. Adam da ayağa kalktı. Kolundaki dövmeye bir kez daha baktı. Yalnızca siyah renkler ile yapılmış bir anka kuşuydu ancak harika bir ışıklandırma yapıldığından, yalnızca siyah renkle bile ayrılabilmişti kuşun yanan tarafları ile yanmayan tarafları. Anka kuşunun genel tasarımlarından biraz farklı bir tasarımdı bu. Tüm vücudunun değil, iki kanadının ucunun yandığı, gözlerinden ve ağzından alevlerin çıktığı bir anka kuşuydu. Göğe yükselmek için kanatlarını açtığında, yükselmeye başlamadan tam önceki anı çizilmişti adamın koluna.


Sonsuz seçenekteki olasılık arasından bunu seçmişti çünkü kadında da aynı dövme vardı.


Böylelikle o dövme, ilişkilerinin birinci ayından itibaren onların bir nevi sembolü olmuştu. Aylar boyunca ikisi de o sembolü kendi vücutlarında taşımıştı. Aylar aylar sonra bir gün adam sormuştu kadına, öyle harika bir dövmeyi nasıl yapmıştı. Adamın otogara yaptığı yolculuğun nedeni olmuştu kadının o vakit verdiği cevap.


“Yaparken sana olan sevgimi de kattım.”


O an adamın çok hoşuna gitmişti bu cevap. Sözlü olarak verecek bir cevabı olmadığından, tepkisiz bir şekilde ortada kala kalmamak için onu yanağından öpmüştü. Öptüğü gibi de baş parmağıyla silmişti kadının yanağını.


Rüzgar sislerin arasından tüm çevikliği ile geçerken, adamın saçları rüzgarın estiği yöne doğru deniz gibi dalgalanıyordu.


Kendine aksini kanıtlamak için yapmıştı tüm o yolculuğu. Aklına gelen ve çıkmak da bilmeyen o fikrin gerçek olmaması için saatler süren yolları aşmıştı. Tüm o harcanan vakitlerin sonuna vardığında gerçek olmasını istemediği tek sonuçla karşılaşmıştı. Kadının ona karşı kaybolan sevgisiyle beraber kolundaki dövme de kayboluyordu gerçekten. Yalnızca yolu düşenlerinin bildiği o otogara o yüzden gelmişti.


İlk defa o otogara geldiğinde bir amca, kış vaktinde neredeyse her günün sisli geçtiğini söylemişti. Amcaya sesli olarak belirtmese de oraya yolu düşen sisin yolunu kaybettiğinden oradan ayrılamadığını düşünmüştü karşısındaki adamın gözlerine bakarak. Her kar yağdığında istisnasız karın tuttuğunu söyleyen başka bir amcaya da cevap olarak, hiç erimeyeceğini çünkü karın eriyip de gideceği bir yerin olmadığını söylemeyi düşünmüştü ama söylemedi.


Onunla beraber geldikleri bu otogara kendilerinden bir iz bırakmak için ikisinde de olan dövmeyi duvarın kenarına yapmıştı kadın. Yasadışı bir duvar yazısı yazan gençler gibi heyecanlanmışlar, gelip geçenin olup olmadığını kollamışlar ve yaparken de sürekli kıkırdamışlardı. Binanın dövmesi bitince ise gülmekten ziyade duygulanmışlardı.


O anıyı hatırlayarak, aksini kanıtlamak için elindeki tek argümanı da kaybetmenin acısını bastırmaya çalıştı. Hem duvardaki dövme hem de kendi kolundaki dövme soluyordu. Yeniden her doğduğunda ölene kadar yanmakla mükellef olan anka kuşu, ilk defa soğuktan ölecekti o kış vakti. Bedeni bu sefer karlar altına gömüleceğinden, küllerinden yeniden doğması da mümkün olmayacaktı.


Yeteneği olsa ona olan sevgisini katarak kendi koluna ve oradaki duvara yeni bir dövme yapardı. Duvarın dövmesi otogarın yeni bir AVM’ye dönüşümünde yıkılan binalarla beraber toprağa karışırdı. Kendi dövmesi de onunla beraber toprağa girecek tek sahip olduğu şey olurdu. Ancak yapabildiği yegane dövme, boya ve aletler olmadan yapılandı. Yapılması mevzubahis olan dövme mor ya da kahverengi beneklerden ibaret olsaydı, o zaman bu bir sorun olmazdı.


“Nereye bakıyorsun evladım,” diyen bir ses duydu. Yere yüz üstü düşse kafası karın içinde kamufle olacak bir amca, karlı zeminde kayma tehlikesine rağmen ahşap bastonuna yaslanarak gelmişti yanına.

“Şuradaki resme,” dedi adam gözlerini ayırmadan. Amcanın kılığını merak etmiyordu. Bakma ihtiyacı duymadı. Tam olarak solmadan önceki anına kadar o dövmeye bakmak istiyordu. Duvardaki çizim kadının suratı değildi ama anka kuşunda onu görüyordu. Dünya kadını yakıyor, kül ediyor, yok ettikten sonra değer verdiğini söyleyerek küllerinden doğurtuyor ve yeniden yakmaya başlıyordu.


“Ne ki o,” dedi amca. Gözlüğü varsa da bu havada pek efektif olamayacağı barizdi. Adam, vereceği cevaba gelecek yanıtı bilse de amcayı cevapsız bırakmadı.


“Anka kuşu.”


“Ne? O ne?” dedi amca şaşkınlıkla. Kim bilir ne duymuştu. Ankara kuşu olarak duymuş olabilme ihtimalini düşündü. İmkânsız değildi. Bu hava insana orayı çağrıştırıyordu ister istemez.


“Bir hikaye karakteri,” dedi adam kolaya kaçarak. Yalan da değildi. Doğru’nun en köşe noktasının en uç kenarından yaklaşmıştı ama bu doğruluğunu değiştirmiyordu. “Sen üşümüyor musun amca,” dedi adam konuyu değiştirerek.


“Aman oğlum, içerisi de sıcak ama havasız. Oturup bekle bekle nereye kadar, bi’ çıkıp hava alayım dedim.”


“Yol nereye?” Adamın kalbi, gözlerini çizimden ayırtmaması için zorlasa da akıl, amcayla konuşarak uzaklaşmaya çalışıyordu.


“Benim bir yere gittiğim yok, çocuklar gelecek,” dedi amca. Bu cevabın üzerine gözleri çizimden ayrıldı ve amcaya baktı. Ceketi, karın altında kalmış olan asfalt yolla aynı renkteydi. Saçı yolun üzerine serilmiş olan karla aynı renkteydi. Yapraksız kalan bir ağacın dalı gibi olan elinde tuttuğu baston da tüm otogarın içerisinde olan tek ağaçla aynı renkteydi.


Amcanın bir yere gitmeyeceğine ikna oldu.


Tekrardan duvara doğru baktı. Aldığı nefes ciğerlerinin odalarında donakaldı. Çizim kaybolmuştu. Aceleyle koluna baktı. Kolundaki dövme de kaybolmuştu. Telaşla yapılan kol hareketlerini fark eden amca meraklanınca adam cevabını erkenden verdi. “Saate baktım da.”


“Kaçmış peki?” diye cevap verdi amca, olağan bir yanıtla.


“Durmuş.”


“Pili bitmiştir,” diye atıldı amca.


“Evet, muhtemelen.” Yine yanlış bir cevap vermediğini düşünüyordu. Kolundaki dövme, kaybolmaya başlamasıyla beraber bir saat oluvermişti. İki kişi arasında doğmuş ve büyümüş olan, ansızın ölümcül bir hastalığa yakalanmış duygunun ölüm zamanını belirleyecek kar saati. Saatin içindeki kar tamamen eriyip aşağıya su olarak akınca zaman tükenmiş, saat durmuştu.


“Amca istersen burada daha durma, soğuk rahatsızlık vermesin.”


“Buranın soğuğuna alıştım artık,” diye cevapladı.


Gerekirse göğüs kafesinin boşluklarını doldurup kalbi buzdan bir hücreye hapsedecek kadar soğuk bir hava olsun, insan yine de alışıyordu.


Yaşamanın en güzel yolu değildi ama hayatta kalmanın bir parçasıydı.

Amcanın oradan ayrılmayacağını düşündüğü sırada bir mucize gerçekleşti. Amca bir anda hareketlendi. Baston tutmayan elini kaldırıp “Niyazi!” diye bağırdı bağırabildiği kadar. Ağzından çıkan sesi bir kuş gibi havada kapan rüzgar alıp götürse de o bağırdı yine de. Adam, bastonuna yaslanarak giden amcanın sırtına düşündüğünden daha uzun süre baktı. Amcanın, gördüğü kişinin Niyazi olmadığını anlayıp geri dönebileceğini düşünmüş olabilirdi, kendi de bilmiyordu.


Yine orada yalnız kalınca, yaptığı şey eğilmek oldu. Eğildi ve yaklaştı. Çizimin eskiden olduğu yere baktı. Bir iz dahi bırakmadan kaybolmuştu. Kuş havalanıp da gitmişti sanki, bir tüy bile dökmeden. Elini paltosunun içine daldırdı. Kapağı kapalı, uykusunda tıkırdayan cep saatinin yanında nöbette duran eşyasını çekip çıkardı cebinden. Siyah renkli bir kalemdi çıkardığı eşya. Kapağını da çıkardı, üşürse diye hemen geri takabilmek için cebine koymayıp diğer elinde tutmaya devam etti.


Kalın uçlu kalemin ucunu duvara yaklaştırdı. Onun kadar yetenekli değildi. Kafasındakini yansıtmak için onun kadar yetenekli olması gerekmemesi, o an yapmaya kalkıştığı şey için güven verdi ona. Çizimine başladı. Başladığı gibi de bitti. Birkaç hızlı ve seri, zikzaklı kalem darbesi sonucunda işini bitirdi.


Uzaktan bakan, yapılan şeyi bir karaltı olarak görecekti. Haksız da sayılmayacaktı. Ona olan sevgisini katarak bir karaltı çizmişti duvara.

Karlar altında kalarak ölen anka kuşunun kalan küllerini çizmişti oraya. Kül tanesi kadar bile olsa bir ölümün değişiklik yaratması gerekirdi dünyada. Kapağı kapatmadan önce kendi koluna da çizdi aynı karaltıyı.

Kapağı kapattı. Külleri orada bıraktı. Onunla geçen günlerini bir adada bıraktı. O ada da karlar altında kaldı. Adaya uzaktan göreceklerin de gözünde bir karaltı kaldı.