Akşamın serinliği çoktan çökmüştü. Pazar yerini alaca bir karanlık dolduruyordu. İnsanlar, yavaş yavaş çekilip şehrin dört bir yanına dağılıyordu. O ise pazara henüz geliyordu. Midesindeki kramplar onu yoklamaya başlamamıştı. O yüzden daha vakti var demekti. Her zamanki yerine, elektrik direğinin dibine, çöktü. Buradan pazar yerini net bir şekilde görebiliyordu. Tepesinde gecenin ortasında, kirlenmiş sarı bir bez gibi kalan ışık, dibini aydınlatmaktan acizdi. O yüzden orada oturduğu pek belli olmuyordu. Uzaktan bakılınca kapkara bir beton yığınından başka bir şey görünmüyordu. Ama o bu karanlığa alışmıştı çoktandır. Gözlerini kısıyor, pazarı tarıyor, en tenha yeri araştırıyordu. Nedense bir türlü kendini o insanların olduğu yere ait hissedemiyordu. Onlarla yan yana gelmekten korkuyordu. Görünen bir gerçeğin herkes tarafından saklanmasından utanıyordu belki de. Orada; tezgâhların altında, kasaların dibinde, çöpün etrafında; işe yarayan birkaç parça meyve sebzenin peşine düşmesinin kimsenin umurunda olmamasına kızıyordu. İnsanlar için önemli olan, atılmış ya da çürümüş zerzevatı toplayan birinin görüntüsüydü. Bu, insanlar için seyir zevki yüksek bir filmdi. Ve insanlar bu filme neden olan olaylarla ilgilenmekten olabildiğince kaçıyordu. İşte bu, Yaşar’ı çileden çıkarıyordu. Üzerinde hissettiği gözlerin altında eziliyordu. Bütün bunlardan kaçarak kuytu bir köşede ya da olmaz bir saatte pazar alışverişine başlıyordu. Onun alışverişi aslında diğer insanların yaptığından çok daha pahalıydı. Aldıklarına karşılık elbette para vermiyordu. Daha da değerli şeyler veriyordu. Hayatından veriyordu. Açlığından veriyordu. Bütün bunlar yetmiyordu, o, yoksulluğundan veriyordu. Verdikçe artıyordu yoksulluğu. Kimse onun yoksulluğunu paylaşmak istemiyordu. Kimse onun yüküne ortak olmayı tercih etmiyordu, herkes sadece ona “yük” olmayı seçiyordu. Bakışlarıyla, zihinlerinden geçirdikleriyle, kısacası varlıklarıyla...


Bu düşüncelerle boğuşurken yönünü kestiremediği bir yerden gelen ezan sesiyle doğruldu. Pazar, iyice sessizliğe ve çürümüş sebze meyve kokusuna boğulmuştu. Tezgâh sahiplerinin para sayarken çıkardığı seslerden başka bir ses duyulmuyordu. İlk defa yapıyormuş gibi ürkek adımlarla pazara doğru yürümeye başladı. Doğrudan içeri girmek istemedi bu sefer. Dükkânların arkasından dolanarak en sondan başlayacaktı. Eşi, iki gündür yalnız bırakıyordu onu. Sürekli karnını tutuyor, midesi bulanıyordu. Yüzü de bembeyazdı. Yedikleri bir şey dokunmuş olacak ki o yüzden pazara bile gelmek istemiyordu. “Ah o olsaydı şimdi.” diye söylendi. İkisi birbirinden güç alıyordu ve böylece bir çırpıda dolduruveriyorlardı çantalarını. Ama yoktu. Beklemenin de bir anlamı yoktu. Yürüdü, kafasını önüne eğdi. Cebindeki poşetleri kontrol etti. Eşine söz vermişti, ona güzellerinden meyve toplayacaktı. Portakal ve mandalinayı çok severdi. Pazarın sonuna geldi. Etrafını kontrol etti; karanlığın içine, dipsiz bir çukura dalıyormuş gibi attı adımını. Sonra aydınlıkta kalan diğer ayağını da çekti içeri. Şimdi tamamen karanlıktaydı. İnsanlar genelde pazarın diğer tarafındaydı, karanlığın ortasında yalnızdı. Tıpkı hayatın içinde olduğu gibi. Burnuna portakal, mandalina kokuları gelmeye başlamıştı. Birkaç adım daha attı, sağ tarafa iki dükkânın arasına döndü. İş yerini çoktan kapatıp gitmişti sahibi. Tezgâhın altındaki kasalarda tek tük karaltılar göze çarpıyordu. Eğildi, yokladı. Yumuşaktı. Mandalina olabilir diye düşündü. Ama bunlar fazlaca yumuşaktı. “Çürümeye yakın ya da çürümüştür.” diye söylendi, yoksa burada ne işi vardı? Yine de yüzüne bir gülümseme yayıldı. Hemen poşetini çıkardı, hızlıca kasanın içindekileri doldurdu. Aralarında portakallar da vardı. Ayağa kalktı, eliyle tarttı. Gülümsemesi daha da genişledi. İnsanın midesini kaldıran, dayanılması güç bir koku yayılıyordu poşetten ama umursamadı. Hemen ilerisindeki tezgâha yöneldi. Orada da gözüne bir şeyler çarpmıştı. Yine sağını solunu kontrol etti, hemen iki tezgâh ileriye atıldı. Ortalığı gözden geçirmeye başladı. Bir kasanın içinde ağzı sıkıca bağlanmış üç poşet gördü. Poşetlerin içinde elma, portakal ve mandalina duruyordu. Kafasını çevirdi, arkasına baktı. Gelen giden yoktu. “Bunlar, unutulmuş olmalı. Muhtemelen birisi aldı, buraya bıraktı, evine götürmeyi unuttu.” dedi. Önce kasanın içindekilere, sonra elindekilere baktı. “Kim bilir, hangi çocuk bu gece elma yemeyi bekliyordu?” diye düşündü. Sonra karısı aklına geldi. Poşetlere doğru uzandı. Karısı, gözünün önündeydi. Bu arada elindeki poşetin kokusu iyice yoğunlaşmıştı ama aldırmadı. Poşetleri dört parmağına birden geçirdi, tezgâhın altındaki kasanın içine koydu. Üzerine de başka bir kasa kapattı, birinin daha aydınlığı sönmesin diye. Poşetini sıkıca tuttu, pazarın karanlığına aydınlık bir gülümseme bırakarak evine doğru yürüdü.

           

Ocak 2021/Taşlıçay