Gönlüme bir hasretin yangını düştü. Derin derin daldım düşünce deryasına. Beni düşündüren; bir denizin dalgaları, bir gökyüzünün maviliği ve o gökyüzüyle yerin arasında kalan yedi tepe bir şehir…


Orada geçen saatlerin, günlerin tadı da hatta yorgunluğu da bir başka. Gecelerin belki de hiç karanlığa boğulmadığı bir şehri seviyorum ben.


Tamam, zor bir şehir. Tamam, aşırı kalabalık bir şehir. Tamam, trafiği bunaltan, mesafeleri yoran hatta perişan eden bir şehir. Ama Boğaz’ı ayrı güzel, göğü ayrı. Kalabalığında ayrı bir ahenk var. Yalnızlığın en tuhafını yaşatan bir şehri seviyorum ben.


Eminönü’nden Cevizlibağ’a, Laleli’den Eminönü’ne yürüdüğüm zamanları da Üsküdar sahilinde oturduğum zamanları da vapura hem bindiğim hem vapurdan indiğim zamanları da Kapalıçarşı’da çıkışı bulamadığım zamanları da Maslak’ta yediğim pilavı, Vezneciler’de yediğim böreği de Süleymaniye’de, Sultanahmet’te kıldığım namazı da ayrı seviyorum ben. Hatta Avcılar’da gezdiğim zamanları da ayrı seviyorum ben.


Öyle Yahya Kemal gibi parça parça değil, Çemberlitaş’ın aşağısına doğru uzayıp giden mahallelerini de Balat’ı, Fener’i de Suriçi’ni de dışını da dilencisini de çiçekçisini de Beyoğlu’nun en bilinmedik mahallelerini de ayrı seviyorum.


Ben bir “tepeden” değil; mahallelerin, çarşının, sahilin, yolların, evlerin, camilerin içinden, sokak satıcılarının yanından bakıyorum ve öyle seviyorum.