Her gece yeniden savaşmayı denediğim şeytanların daha kalabalık geldiği bir andı. Halihazırda kötü hissediyorum ya işte, ne diye dozunu arttırırsın ki? Kime seslendiğimi bilmiyorum. Kafamın içinde serzenişte bulunabileceğim tek kişi benim aslında. Çoğunlukla dünya dönmeye devam ediyor, duran taraf ben oluyorum sadece. Aslında öyle zamanlar oluyor ki belki de yaşadığımı belli bile etmiyorum. Kim nasıl beni üzsün öyleyse? Dediğim gibi, kafamın içindeki virüsün ta kendisi bendim.
Gece kendimi dışarı attığımda saat üçtü. Elbette ruh halimle uyumlu hüzünlü müzikler dinleyecektim. Sonuçta bununla yaşamayı sevmeye başladım. Dürüst olmam gerekirse kabullendim. Hani bazen çok üzgünken yüzünüze çarpan rüzgar ağlamaklı bir hissi verir ya, tam olarak öyle bir yürüyüştü. Her anında sınırda bırakıyor ama sanki ağlamaktan da beter ediyor gibiydi. Sıkış tepiş insanlar ve boğucu trafik yerini sessizliğe bırakmıştı. Nihayetinde oturduğum bir kaldırımda şehrin benim için fazla parlak olan ışıklarına dalıp gitmiştim. Dışarıda ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, çok da önemli değil. İnsan bazen varoluşsal sancılarıyla boğuşurken ertesi gün utanacağı kararlar alabiliyor. Ben de eve dönerken buna benzer bir fikir bulmuştum. Kendimi öylesine soyutlayacaktım ki bir daha kimse yüzümü dahi görmeyecekti. Herkesten ve her şeyden kaçıp gitmek istiyordum. Planımı dahi yapmıştım aslında: telefonum kapalı, odamın kapısında "rahatsız etmeyin" yazılı bir plan. Bu defa soğuğu hiç hissetmedim, sanki mutsuzluğa öfkeli gibiydim zira öfke duyabileceğim başka hiçbir kimse yoktu. Apartman kapısını hışımla açıp asansöre bindim. Evimin kapısına geldim ve ceplerimi yokladım. Anahtarım yoktu. Telefonumu açtım, ev arkadaşıma mesaj attım ve planlarımı dışarıda bıraktım.