İnsanlar baş edemedikleri hakikatlere karşı müthiş korkular beslediklerinden inanmaya ihtiyaç duyarlar sevgili Valadres. Bir istasyonun en izbe yerindeki banka oturup o trenin geleceğine inanırız. Deniz fenerinin yanında bekleyip önünü görmeyen, deniz fenerinin ışığına kör bir geminin muhakkak sahile varacağına inanırız. Ya da saatlerce bir merdivende oturup çoktan gitmiş birinin şeker kutularıyla geri döneceğine inanırız. Bekleyişler sürerken tren o istasyonu unutur, gemi zaten deniz fenerine kördür, şeker kutuları da raflardan hiç ayrılmıyordur.


Ölümü sindiremeyişimiz, ölümlerin ardından yeniden yaşayacağımıza olan sarsılmaz itimadımız buradan mı gelir?


Artık farkındayım. Fakat bu farkındalık sizinle konuşmama engel değil sevgili Valadres. Beni duyup duymamanızın pek de bir ehemmiyeti yok. Bu büsbütün benimle ilgili. Bir yerlerde tamamlanmayı bekleyen vedalarla dolup taşıyorum ve bununla baş edebilmemin yolu bu kez inanmak değil, anlatmak. Mamafih hakkını vererek yaşadığınız yıllar anılmayı, müzmin bir yası, mütemadiyen hatırlanmayı gerektiriyor.


Kafdağı'nın ardında olmadığınızı bilmek, bir gün yeniden merdivenin sonundan görünmeyeceğinizi kabullenmek bir daha hiç gökyüzünü izleyememek gibi. Bundan sebep, inanmak kolay olanı. İnanmak, bekleyişlere duyulan bir tür infial.


Çocuklukta olduğu gibi kavgalardan kaçıp masanın altına sığınamıyoruz. Hem sığınmak istesek hangi masaya sığınacağız? Nefret topuna dönüşmüş mavi bir noktada hangi kavgadan kaçılıp hangi masaya koşulur?


Günün sonunda her ne oluyorsa ölüme bürünmüş bir yaşama oluyor. Bitiyor. Yalnızca bitiyor. Birilerinin bunu kabullenip kabullenmediği kimsenin umurunda olmuyor. Kasım kimseye aldırmadan geliyor yine. Sonsuza dek 23 yaşına hapsolmuş birini hatırlatıp hatırlatmadığına ehemmiyet vermeden. Yalnızca geliyor.


Hoşça kalın sevgili Valadres.