"Görünmez Adam" filmini çocuk yaşlarımda izlemiştim. SSCB hala duruyordu ve yönetime yeni gelen Gorbachev’dan sonra merkez kanallarında Batı filmlerine kapı aralanmıştı biraz. Herkes bu filmden bahsediyordu. Adamın biri yaptığı iksiri içiyor ve... yok oluyor. Adam artık yok ama var olmaya devam ediyor. Sen herkesi görüyorsun, seni kimse görmüyor. Şahane değil mi? Kendisi her şeyi görüyor, herkesi gözlüyor ve hatta müdahale bile ediyor. Ama kimse onu göremiyor çünkü herkesi bundan men etmiş. Harika bir şey.
İzlerken çocuktum, fazla anlam veremeden herkes merakla izlediği için bakıyordum. Filmin içine girememiştim. Ama hatırlıyordum. Büyüdükçe ve vücut şeklim değiştikçe sık sık hatırlamaya başlamıştım oradaki sahneleri. Sadece kendi haline yaşamıyordu, başkalarını da rahatsız ediyordu. Ama kimse karşı koyamıyordu çünkü göremiyordu. Benim böyle bir isteğim yoktu. Kimsenin evine ya da hayatına girmek gibi bir niyetim de yoktu. Görülmemek, fark edilmemek istiyordum; o kadar. En sevdiğim meşgale kitap okumak ve piyano çalmaktı. En büyük tutkum da tatlı yemek. Başka hiçbir şeye ilgi göstermezdim, ev işlerine tembeldim, evde geçen sohbetlere de ilgisiz. Tek istediğim piyano çalmak için yalnız kalmak, tatlı yiyerek kitap okumak ve rahatsız edilmemekti. Çok şey istiyordum, evet.
Ne güzel oturuyorum, biraz derslerime baktıktan sonra yarım kalan kitabımı alıp koltuğa uzanıyorum ki... Buyur, geldiler yine. Ya akrabadan birileri ya da komşudan... Dedikodu yapmaya gelmiş ama bütün konuları tükettikten sonra illa gözleri bana doğru dönecek. Kalkıp hemen çay getirmediğim şöyle dursun, kadına bir sinek kadar ilgi göstermemişim. Ha var ha yok. Kendi dünyamdayım. Affeder mi hiç? "Gülsüm, senin bu kızın amma da uyuşuk ha. Hiç görmedim bir işin kenarından yapıştığını." Bakmıyorum ama görüyorum annemin bana kötü kötü baktığını. Komşu defolup gittikten sonra başlayacak kafamı ütülemeye. Benden bir cacık olmayacak, benzedim benzeyeceklerime. Babamı kast ederek…
İşte böyle anlarda hayalini kurardım o ilacın, o iksirin. Bu şom ağızlılar kapıda belirir belirmez içerdim onu, saklardım kendimi. Ama filmde bahsedilen geri dönüşü olmayan ilaçlardandı galiba, bir defa içiyorsun ve bir daha da görünmüyorsun. Bu kadarına hazır değildim herhalde. Gerçi neden hazır olmayayım ki? Çok mu ihtiyacım vardı dikkatlerine? Yaşayamaz mıydım ilgileri olmasaydı? Annemle babamın memleketine tatile gitmişim mesela, Ağdam'a. İşgalden önceydi tabii. Ninemle giderken rastlıyoruz bir ahiretliğine. Sözde ninemin halini vaktini soruyor ama gözü bende, başkentten gelmişim ya, farklı giyimime bir laf diyecek ya da hızla uzayan boyuma... Bir diğeri de gözüyle memelerime işaret edip yüksek sesle "Bunun da fındıkları kabarmış hahaha." diyor. Yüzümdeki ifade herhalde çok sert olsa gerek ki ninem surat yaparak "Sen git, ben de geliyorum." diyor. Ah o iksir…
Yıllar sonra bazen düşünüyordum, bu anılarımın etkisiyle mi tesettüre geçtim acaba? Yoksa tesettüre doğal yatkınlığım vardı diye mi böyleydim? Çocukluğumdan beri bu şekilde kodlanmasaydım belki de olmayacaktı gündemimde tesettür mesettür.
Hızla büyüyordum, yaşım boyuma ayak uyduramıyordu. On yaşındaydım ama en az on beş gibi gösterirdim. Otobüslerde bazı amcaların bana yapışmasından rahatsız oluyordum ama buna anlam veremiyordum. İyi bir şey olmadığı kesindi çünkü dönüp yüzlerine baktığımda bakışlarını gizliyorlardı. Hemen uzaklaşıyorlardı. Bir defasında anneme söyledim, elimle gösterip o adam bana eliyle dokundu dedim. Annem onu anında yakalayıp dövdü, bildiğiniz dövdü yani. Adam kaçtı gitti ama etraftakilerin hepsi bana bakıyordu, sanki ben dokunmuştum adama. Annem de yol boyunca beni fırçalayıp durdu, insan evladı gibi niye durmuyorum, başkalarının kızına niye dokunmuyorlar diye. O yüzden de teyzemin doktor kocası, güya dişlerime bakarken kolunu göğsüme dayadığında ve iğrenç nefesini suratıma püskürttüğünde kimseye bir şey söylemedim, anneme de. Teyzemin benden başka bir sürü yeğeni vardı ama sapık kocası sadece beni seçmişti böyle bir şey için. Vardı bende bir bit yeniği.
On beş yaş, dedim ya. Her halde o yaşa geldiğimde de iyirmi beş gösteriyordum ki Şuşa'da geçirdiğim o bir haftada abaza terörüne maruz kaldım adeta. Babamla sanatoryum tatili için gitmiştik oraya. Bir daha söyleyeyim, babamla.
Benimle aynı yaşta iki kızla tanıştım hemen geldiğimiz gün. Onlar artık arkadaş olmuşlardı ve kendileri bana yaklaştılar; adımı, nereden geldiğimi sordular. Başkent hemen ilgilerini çekti galiba. Nerede yaşıyorum, okulumuz büyük mü falan filan... Biri Ucar ilçesinden gelmişti, diğeri Sumqayıt'tan. 1988 yılıydı, Sumqayıt olaylarının üzerinden beş altı ay geçiyordu. Kıza nerelisin diye sorduğumda gururla "kahraman şehirden" cevabını vermişti. Ben de hemen anlamıştım nereyi kastettiğini. Çok seviniyordum ilk günden böyle arkadaşlar bulduğum için. Birlikte gezecektik güzel Şuşa'yı. Babamla çok gezmiştik ama kız arkadaşlarımla gezmek bir başka zevk olacaktı. "Hemen çıkalım." dedim, "Bahçeye, oradan da Erimgeldi tepesinden manzarayı seyredelim." dedim. Çok hevesli değillerdi ama "Tamam." dediler. "Yalnız uzağa gitmeyelim, sadece bahçede gezelim." Nedenini çabuk anladım. Sanatoryum binasından dışarıya çıkmak ne mümkün... Bir sürü erkek, çoğu genç, boy boya dikilmişti binanın önüne. Öylece durup kadınları dikizliyor, yanında erkek olmayanlara ya laf atıyor ya da peşlerinden gidiyorlardı. Beş adım uzaklaşmıştık ki arkamızdan en az beşinin geldiğini gördük. Kızlar herhalde tecrübelilerdi,
hiçbir şey demeden "Sanatoryuma dönelim, orada otururuz." dediler. Bir başkentli olarak hemen pes etmeye gönlüm razı olmadı. Kendimden emin bir şekilde "S...rin gidin yoksa görürsünüz." diye bağırdım. "Ooooooo hahaha, neyi görürüz, hadi göster!" diye kişnediler. Kenardan izleyen birkaç abaza daha geldi. Daha da bağıracaktım ama kızlar beni sürükleyip binaya soktular. Erkeklere böyle sözler dediğim için de bayağı bir fırçaladılar. Ne bileyim ben, Bakü'de olsaydı yüz bulamayınca giderlerdi, gitsinler diye söyledim ben de.
Bir hafta boyunca babamsız asla çıkmadım dışarıya. Kızlarla koridorda geziyor, koltuklarda oturup gevezelik yapıyorduk. Havasız kalsak da değip dolaşan yoktu.
Ağdam'dan bir akrabamız da kalıyordu burada. Babamla arada sohbetleşiyorlardı. Kızlarla koridorda gezerken bu adamı gördüm bir defasında, yanında iki çocuğu olan bir kadına sırnaşıyordu. Beni görünce hemen uzaklaştı. Bunlar nasıl insanlar? Genciyle ihtiyarıyla zincirinden kopmuş boğa gibi dişi peşindelerdi hepsi. Kızlar "Bu Şuşa’ya bir daha gelirsem ne olayım!" diye yakınıyorlardı. Ama ben bu lehçeyi iyi bilirdim, çok benzese de Şuşa lehçesi değildi bu abazaların konuştuğu. Artık binanın içerisine de sızmışlardı, hatta günün birinde bir çocuk elinde kağıt parçasıyla Sumqayıtlı kıza yaklaştı ve "O adam verdi." dedi eliyle abazalardan birini göstererek. Kız hemen kağıdı alıp yırttı ve parçalarını çöp kutusuna attı. Abaza bakıp sırıtıyordu. Aniden kulağımın dibinde bağırtı duydum: "Senin ne işin var burada!" Başımı döndüğümde teyzemin oğlunu gördüm, arkadaşları da yanında. "Babamla geldim." dedim ve nedense suçluluk hissettim içimde. "Babanla geldiysen gitsene babanın yanına!" diye daha yüksek sesle bağırdı, "Git çağır babanı, gelsin." Koşarak gittim, babamı gönderdim, ne var ki babamı beklemeden çekip gitmişti. Yanılmamıştım, kaç gündür duyduğum lehçe Ağdam lehçesiydi. Sovyetlerin uzak bölgelerinden tatile gelen kadınlara ilişmek için ta Şuşa’ya kadar gelirlermiş meğer.
Bir daha gitmedim, ne Şuşa'ya ne de Ağdam'a. Gerçi birkaç yıl sonra Ermeniler işgal ettiler o toprakları. Oranın insanları da bizim ömrümüzü.
İşgal diyorum çünkü gerçekten öyle oldu. Dairemiz iki odalı sayılırdı ama Chrushev Dönemi’nde yapılan binalarda iki odalı daire, aslında ortadan duvarla ikiye bölünmüş bir salon demekti. Bu salonun dört kapısı vardı, biri giriş kapısıydı, diğer üçü ise yatak odasına, mutfağa ve balkona açılıyordu. Annem mutfağa açılan kapıyı çiviyle kapatıp üzerinden halı asmıştı. Dolayısıyla küçücük mutfağın iki kapısından birini kullanıyorduk, o kapı da banyodan mutfağa açılıyordu, banyoya ise koridordan giriyorduk. Dolayısıyla banyoda hem duş alıyorduk hem de oradan mutfağa geçiyorduk. Bazen de babam duş aldığı için mutfağa geçemediğizden ateşteki yemeği yakardık. Ama şikayet etmek aklımızın ucundan da geçmezdi. Bazı arkadaşlarım "komünal" dairelerde yaşıyordu. Bu evlerde dört-beş, hatta daha fazla aile birlikte kalıyordu. Her aileye sadece bir oda, ortak mutfak, ortak banyo, ortak tuvalet… Sadece sabah ve akşam saatlerinde verilen suyla banyo işlerini nöbetleşe halledebiliyorlardı. Ama tuvalet işlerini bir türlü anlayamıyordum. Hadi haftanın belli günlerini banyo için ayırabilirsin, anlaşabilirsin. Doğal ihtiyaçlarını nasıl programlayabilirsin ki? Ya aynı anda üç kişi sıkıştıysa? Yaşlı erkeklerin prostat sorunu, genç kadınların regl derdi? Düşünmesi bile korkunçtu. Bu yüzden biz çok şanslıydık, mutfak iki kişiden fazla almasa da banyo dediğim hem küvet hem de koridor işlevi görse de hepsi kendimize aitti. Aitti ama göçmenlik başlayana kadar... Sonra ise evimiz toplama kampına dönüştü. İlk günlerde iki aile aynı anda sığındı, anne tarafından arabalar. Birisi zengin, diğeri orta halliydi. Birkaç hafta sonra orta halli olan bir yurt odası bulup taşındı. Zengin aile ise "Birkaç güne Ağdam’ı geri alırız." diye demir attı. Ne ev almayı düşünüyorlardı ne de kiraya çıkmayı... Zaten kısa sürede evlerine dönecekleri için fuzuli harcamalardan kaçınıyorlardı. Zengin oldukları için çevreleri de genişti, haftanın neredeyse her günü evimizde misafir ağırlarlardı. Her akşam ziyafet masaları, uzun uzun siyasi sohbetler... Erkekler salon dediğimiz odada dünya işlerine yön verirken kadınlar da yatak odasında dedikodularını yaparlardı. Ev işi yaptığımı hiç görmeyen komşuları arar olmuştum. Bu sefer sadece fırçalanmakla kalmıyordum; hayatımı, rutinlerimi, hatta geleceğimi de onlar belirliyordu. Güneş gözlüğü almak istediğimi boş bulunup yanlarında dile getirmiştim. Gözlük kullanan kadınlar hakkında öyle değerlendirmeler yapıldı ki böyle bir fikrim olduğu için kendimden iğrendim. Yıllar sonra benimle aynı yaştaki kızların o dönemde yurt dışına çıkıp eğitim aldıklarını, çoğunun orada kaldığını, bazılarının da ülkeye dönüp iyi işlerde çalıştığını görüyordum. Ben de yapabilir miydim diye düşündüğümde acı acı gülüyordum; önce misafirlerin, sonra da annemin ne gibi tepki vereceğinin taklidini yaparak… Birkaç ay geçtikten sonra evimize "misafire misafir" ziyaretleri azalmıştı ama kalabalık seyrelmemişti. Çünkü başka bir akrabamız yan binadan boş kalmış bir dairenin haberini almıştı. Bakü'den kaçan Ermeni evlerine, inşaatı yarım kalmış binalarda başkalarına ait dairelere yerleşen birçok göçmenler gibi onlar da böyle bir fırsat kovalıyorlardı. Şuşa'da bana bağıran teyze oğlu evin kapısını kırarak içeri girmiş ve hemen de ailesini yerleştirmişti. Ne var ki ev sahibi Ermeni değildi ve ev de inşaat halinde falan değildi. Azerbaycan vatandaşı bir Rus kadının ikinci eviydi. İlk evini fabrikada yıllarca çalıştıktan sonra devlet tahsis etmişti, ikinci evi de vefat etmiş annesi ölmeden önce torununa bağışlamıştı, yani kadının oğluna... Teyzemlerin kapıyı kırıp yerleştikleri daire de bu bağışlanmış olandı. Ev sahibine herhalde komşular haber uçurmuştu çünkü o gelmeden komşular artık bağırmaya başlamıştı. Ne hakla kırıyorsunuz kapıyı, o evin sahibi var, diye. Ben de gitmiştim akrabamı desteklemeye. Amma ev sahibinin oğlu benim okuldan sınıf arkadaşım çıkmıştı. Diğer sınıf arkadaşlarım da ordaydı, onlar da ev sahibinin oğlunu desteklemek için oradalardı. Yıllar sonra derin bir utanç hissiyle hatırlayacağım bir hayret içinde bana bakıyorlardı burada ne işim var diye. Yıllar sonra diyorum çünkü o anlarda asla utanmıyordum, aksine, onlardan bekliyordum utanmalarını benim göçmen akrabalarıma destek çıkmıyorlar diye. Hocalı olaylarının yaşandığı günlerde Ağdam'daydım. Başka bir teyzemin oğlu mermi isabet etmesinden yaralanıp hayatını kaybetmişti. Yeni evlenmişti, karısı hamileydi. Bütün sülale çok sarsılmıştı bu elim olaydan çünkü herkesin çok sevdiği, zengin ve yakışıklı birisiydi. Ölüm hiç yakışmıyordu ona ve insanlar her zaman kabul ettikleri takdiri ilahiyi bu sefer hiç bağışlamıyordu. Başkası olsa neyse de ama o mu? Neden? Olamaz! Bu sohbetler taziye meclisinin en çok kadın kısmında geçiyordu. Bense eczane işleten bu adamın daha birkaç yıl önce eve getirdiği ilaçların üzerinde Rusça yazılmış "veteriner amaçlı" sözlerini nasıl kazıyarak sildiğini hatırlıyor ve takdiri ilahiye fazla isyan etmiyordum. Bu olayları üst üste yaşayıp atlatmaya fırsat bulmadan Ağdam’a da bombalar düşmeye başlamış ve akraba bizim evimize sığınmıştı. Bütün bunların hıncını mutlaka birilerinden çıkarmamız gerekiyordu ve bizim de payımıza bu iki dairesi olan Rus kadın çıkmıştı.
Akraba kızı durmadan kadına bağırıyordu neden hiç acımıyor diye. Sonra ise vites yükseltti: "Biz başımızı sokmaya bir sığınak ararken sen kaç tanesini yedeklemişsin burada?" Kadın da pısırık değildi. "İyi yapmışım." diyordu, "Çalışmışım, vermişler, siz de çalışsaydınız." Akraba kızı sanki bu sözü beklermişçesine "Çalıştık! Çalıştık!" diye bağırdı. "Ama elimizden aldılar, melun Ermeniler elimizden aldılar." Rus kadının kulakları herhalde alışmıştı böyle bağırtılara ki tavrını hiç bozmadan "O zaman korusaydınız yerinizi yurdunuzu." dedi. Bu sözlerden sonra hepimiz bağırışmaya başladık ama kimin ne dediğini duyamadım çünkü kendi söylediklerimi duyuyordum ancak: “Ne kadar ki iyi niyet gösteriyoruz, toplayın pırınızı pırtınızı, ya allah. Yoksa eşyalarınıza el koyarız!” Kadının oğlu, ki sınıf arkadaşımdı kendisi, şaşkınlıkla dinliyordu beni. Neyse ki sonra anlaştılar. Kadın "Yeni bir ev bulana kadar yaşayın burada." dedi, "Ama aramaya da devam edin." diye tembihledi. Birkaç ay sonra ise herhalde iyi bir torpil bulmuştu ya neydise, polisle aniden gelip akrabamı evden çıkardı. Evden çıkarmak ne ki… Hayatından çıkar bakalım, nasıl çıkarırsın?
Aynı günlerde evimizdeki sığınmacılar da başka eve çıktılar. Nihayet kavuşmuştum sevgili kanepeme. Evimizin sükuneti geri gelmişti sonunda. Her akşam eve toplaşır, birlikte susur ve sonra da yatmaya giderdik. Annem, babam ve ben... Akraba ziyareti ile birlikte komşu ziyaretleri de seyrelmişti bereket. Kendi evimdeki bu özgürlüğümün tadını çıkarırken dış görünüşüme müthiş bir özen başlamıştı bende. Sovyet zamanının o renksiz, şekilsiz, üniforma gibi herkeste aynı moda tarzından sonra insanlar giyimde adeta birbiriyle yarışıyordu. Ben de aniden tarz değiştirmiştim. Eteğim kısalmış, pantolonum alabildiğine daralmıştı. İltifat duydukça özenim artıyordu, kendimi aştıkça iltifatların da ardı arkası kesilmiyordu. Çok para kazanmıyordum ama kazandığımın hepsi giyime, kozmetiğe, kuaföre gidiyordu. Bu da beraberinde başka sıkıntılar getiriyordu. Sokakta yürüyemez hale gelmiştik, önceden de yaşanır tarafı yoktu ama Karabağ Savaşı’ndan sonra Bakü'ye doluşan kaçkın ailelerin erkek bireyleri durumu daha da zorlaştırıyorlardı bizler için. Onlar için de kolay değildi, bir an içerisinde kırsaldan koparlıp büyük şehre fırlatılmışlardı, algılamak da zordu, alışmak da… Bu kadar fazla kadını sokaklarda açık saçık ve bakımlı halde görmeye... Evden dışarı çıkarken maceraya atılacakmış gibi hissediyordum. Önce süsleniyorum, sonra da mümkün olan en az sinir zaiyatıyla sokaklardan geçip işime ulaşmaya çalışıyordum. Sinirlenmemek elde değildi, sürekli ama sürekli sana bakılıp cık cık yapılmasına, kuş sesi çıkarılmasına, saçma sapan sözler denmesine... Alışmak istemiyordum ama bunu artık bir gerçeklik gibi kabul etmeye başlamıştım, asla cevap vermiyordum. Duymazdan gelerek çabalarını boşa çıkarmaya çalışıyordum, istediğin kadar kendini hırpala, muhatap alınmıyorsun demek istiyordum.
Aralarında akrabalarım da vardı. Birkaç sene öncesinde onlar için Rus kadının malına mülküne çökmeye hazır olan ben, her sabah "Nasıl edeyim, bugün işe sinirlenmeden varabileyim; sokakta sapıkların, otobüste, metroda da yaşlıların saldırılarına maruz kalmayayım." durumuna gelmiştim.
Yaz akşamlarından birinde, yine kız arkadaşlarımdan biriyle gezmeye çıkmıştık. Çocukluktan beri yapardık bunu, birlikte büyümüştük. Çekirdek alır, çıtlaya çıtlaya gezerdik binaların arası ile. Sokağın başında yeni çay bahçesi açılmıştı, işleten savaş bölgesinden gelen hemşerilerimdendi. Ama kendisini tanımıyordum. Bizim mahallelerde çay bahçesi kesinlikle erkekler içindi. Bu yüzden önü daima kalabalık olurdu, erkek kalabalığı… Biz de arkadaşımla o kalabalığın yakınından geçip yolumuza devam edecektik. Üzerimizde yazlık giyim, elimizde çekirdek. Daha yaklaşmadan başlamışlardı artık dikizlemeye. Birisi bir şey diyor, diğerleri de gülüyordu bize bakarak. Tabii ki duymuyoruz ve adımlarımızı hızlandırarak konuşmaya devam ediyoruz. Bu sefer aralarından biri eşek sesi çıkararak anırmaya başladı. Hemen de güldüler. İstemsizce başımı çevirip baktım, o anıran kimse görmek istiyordum. Ama onun yerine dayı oğlumla göz göze geldik. Hemen başını yana çevirdi. Kısa etekli bir kızla akraba olduğunu belli etmedi yanındakilere. Bir de beni zaten sevmezdi, bir yıl önce düğünü olmuştu ve ben o düğüne hem kısa hem de kolsuz bir elbiseyle gitmiştim. Düğünü kayda alan kameraman da gidip gelip beni çekiyordu, otururken kollarımı ve boğazımı, oynarken de bacaklarımı.
Bütün akrabalar bana kötü kötü bakıyorlardı, özellikle karıları. Bu damat da sinirden miydi ya ne, durmaksızın alkol alıyordu. Teyzemin bir kayın validesi vardı, çocukluğumdan beri nefret ederdi benden, ben de ondan. Bu düğünde aşırı yaşlanmıştı, yürüyemez haldeydi. Ama elbisemi o da görmüştü, üstüne gelen kumaya bakar gibi bakıyordu bana; nefretle, kinle... Yıllar sonra tesettüre geçtiğimde hatırlayacaktım bu düğünü ve bu koca karıyı da. Kendisi artık ölmüş olacaktı ve ben de "Doğru yola geldiğimi, aslında o kadar da kötü bir kız olmadığımı bildi mi acaba, şimdi onu orada kınıyorlar mı bana haksızlık yaptığı için?" diye düşünecektim. Allah akıl fikir versin. askldjglşhjğ.
Namaz kılmaya başladığımda aklımda asla tesettür yoktu. İş yerinde, komşuda ve akrabadan namaz kılan birçok kadınlar gibi ben de tesettürsüz bir müslüman kadın imajı çiziyordum kendime. Modern görünümümden taviz vermeyi asla düşünmüyordum. Makyajı seviyordum, saçıma türlü tarzlar vermeyi de. Televizyonda bazen nüfus cüzdanı için tesettürlü fotoğraf veremedikleri için eylem yapan başörtülü kadınları gösteriyorlardı. Haklarını talep ediyorlardı, tesettürlü kimlik haklarını. Önceleri yadırgıyordum onları. İşe alınmadıklarından da şikayet ediyorlardı. O zaman ne gerek vardı ki buna. Kılsanıza namazınızı, orucunuzu tutsanıza. Neden öküzün aklına karpuz kabuğu düşünüyorsunuz? Kendim iş yerinde saklamaya çalışırdım namaz kıldığımı. Karizmam çizilir diye korkuyordum. Dikkat çekmemeleri gerekirken kendilerini böyle afişe etmələrinə anlam veremiyordum. Halbuki ne güzel işler de bulabilirlerdi kendilerine.
İlk aklıma ne zaman yerleştiğini hatırlamıyorum, arada sırada düşünüyordum sadece: "acaba...ya belki...olur mu..." Tanıdıklarım arasında çok vardı tesettüre geçen, bunun için bohem yaşamlarından bile vazgeçenlerin haberini alıyordum. Haber değeri de vardı böyle olayların yani. Birbirini tanımayan tesettürlü kızların sokakta selamlaşmaları da hoşuma gidiyordu.
Açık saçık giyinmeyi bırakmıştım artık. Pantolonlar genişlemiş, etek boyları uzamıştı. Ama yine kendimden nefret ediyordum ve bu nefretim giderek çoğalıyordu. Keşke başından beri kaçınsaydım kışkırtıcı giyimden, uymasaydım Batı filmlerine, kadınlarına. Akraba da hakkımda kötü şeyler düşünmeyecekti o zaman, sokakta fahişe muamelesi görmeyecektim, iş yerinde "Kız mı acaba?" sorguları ulaşmayacaktı kulağıma. Tesettürlü kız için böyle sorular sorulur muydu? Sorulmazdı çünkü kesin cevapları zaten vardı: "Kim bilir daha önce neler kaynattı da şimdi dine sarıldı…" gibi. Bunu sonralar öğrenecektim amma o günlerde kafama koymuştum tesettürü. Beni hem koruyacak hem de kamufle edecekti. Başka bir kimlik kazandıracaktı bana. Sokakta rahat ve güven içinde olacaktım. Hatta parklarda, deniz sahilinde oturup hava alacaktım ve hiçbir sapık bundan kendine vazife çıkarmayacaktı.
Sevgili Hazar denizi... Petrol lekeli, kanalizasyon kokulu, betonla çevrili… Sahilinde yalnız başına dolaşmayı, bankta oturup saatlerce sana dalmayı ne kadar hayal ettim bir bilsen... Plajlarında, bulvarında büyüdüm aslında. Ama hiçbir zaman başbaşa kalmadık, ya ailemle oldum ya da sınıf arkadaşlarımla. Onlar da sana hiçbir zaman dükkat ayırmadılar, dalmadılar, beş dakika bile durmadılar sana bakmak için. Kız kıza gitmeyi de denedik, abazalar imkan vermedi, sinirden kafayı yiyeceğime hiç gitmem daha iyi. Yalnız da gittim bir defasında. Üniversite sınavına girdiğim okul denizin beş adımlığında idi. Çok zor sorular çıkmıştı ve verdiğim cevaplardan emin değildim. Mutlaka da kazanmak istiyordum çünkü bir yılımı zaten kaybetmiştim. Bir anda çaresizlik güç geldi bana ve ağlamaya başladım. Kırmızı gözlerle de eve gitmek istemedim. Alt geçidi kullanıp bulvara çıktım ve denizin en yakınında bulunan banklardan birine oturdum. Ve yine sessizce ağlamama devam ettim. Burnumu çekmezsem ağladığım hissedilmeyecekti belki ama sıvı gözümden çok burnumdan akıyordu. Tarla suratlı birisi hemen geldi oturdu yanıma ve dikizlemeye başladı beni. Hemen kestim ağlamayı. Önce kalkıp gitmek istedim ama vazgeçtim. Ben önce gelmiştim, defolması gereken oydu. Beş dakika daha izledikten sonra "Sınavı mı geçemedin, niye ağlıyorsun?" diye sırıtarak sordu. Benden en az on yaş büyük olması gerekiyordu, yoksa ülkede test yöntemine çoktan geçildiğini ve aynı gün sonuçların belli olmayacağını bilirdi. Cevap vermedim ama sinirler gerim gerim gerilmişti. "Ha güzel şey, geçmedin mi sınavı?" Sözünü bitirmesine imkan vermedim. İşaret parmağımı gözüne sokarcasına oynatarak "Kes sesini ve defol!" dedim. "Bir şey demedim ki..." "Duydun mu, kes sesini dedim. Kes!" Gerçekten de kesti sesini. Arada dönüp bakıyor, hemen de başını çeviriyordu. Bazen hatırlayıp gülüyorum. Bu arada üniversiteyi kazandım o yıl.
"Kurtlar Vadisi" gösterime girmiş ve bayağı popüler olmuştu. Aslında çok olmuştu vizyona gireli ama bizim yerli kanallara daha yeni ulaşmıştı. Herkesin o kadar ezberindeydi ki sonunda ben de başladım izlemeye. Namaza başlayana kadar hiçbir zaman izlememiştim Türk dizilerini. Dine geldikten sonra Samanyolu kanalında Sırlar Dünyası ve Beşinci Boyut bölümlerini izliyordum harıl harıl. İlk başlarda uyuşturucu etkisinden ben de zevk aldım ama giderek gına gelmeye başladı. Müslüman demek mazlum demek, tamam, anladık da ama nereye kadar? Yok mu bunların içinde adaletsizliğe ses çıkaracak biri? Mazlum gelinin ahını kayınvalideden hep öküz mü alacak boynuzlarıyla? Beş altı ay sonra bıraktım bu kanalı izlemeyi ama bir faydası oldu bana, Türkçemi geliştirdim. O yüzden Kurtlar Vadisi’ni sıkıntı çekmeden yorumlayabiliyordum. Tabii o kadar uzun süreceğini bilmiyordum o zamanlar, yoksa heveslenmezdim bence. Ama sürekli tekrarlanan bir sahne vardı ki çok hoşuma gidiyordu. O da Polat Alemdar'ın Boğaz sahilinde yüzü Kız Kulesi’ne doğru bankta oturup çay içmesi… Yalnız kalmak istediğinde gittiği yer… Uzun uzun denize bakıp daldığını gösteriyordu, saatlerce böyle kaldığı anlaşılıyordu. Aklım gidiyordu buna. Ben de istiyordum. Her istediğimde, gece ya da gündüz, evden kaçıp denize sığınmayı, uzaklara dalmayı, seyretmeyi ama seyrederken de kendimle konuşmayı… Erkek mi olmam gerekiyordu bunu yapmam için, yoksa o da yetmezdi, illa Polat Alemdar gibi çetebaşı bir erkek mi olmak lazımdı? Tesettür bana rahatlık sağlar mıydı acaba? Motosiklet sürenin kafasını çarpılmaktan koruyan bir kask gibi mesela? Yüzü de kapalı ya. Sadece beni değil, kimliğimi de korurdu belki. Kimse tanımasın diye… Motosikleti hayal bile edemezdim ama tesettür daha kolaydı.
Bir defasında da yolum şehirlerarası otobüs garından geçti. Çanta alacaktım şoförden. Çok beklemedim aslında, neredeyse on beş ya da yirmi dakika. Ama bitmek bilmiyordu bu süre. Her yerden bakıyorlardı; gişelerden, otobüslerden, arabalardan, kadını, erkeği, çocuğu yaşlısı... Ne mi giymiştim? En sevdiğim tarzımı; dar keten pantolon, üzerinden de aşağıya kadar ince gömlek, vücut hatlarımı gösterecek şekilde... Bunlarla bile dayanamıyordum havanın sıcaklığına. Bir an önce otobüs gelseydi de defolup gitseydim. Adamın biri gelip yanıma durdu. Boyu küçük, karnı kocaman, kokusu iğrençti. Burnunun altında sürekli bir şeyler mırıldanıyordu, arada da dönüp bakıyordu bana. Bunu yaparken de herkesin dikkatini çekmeye çalışıyordu, bir kıza nasıl yürüdüğünü görsünler istiyordu. Ne dediğini anlamıyordum ama iğrenç iltifatlar dediğinden emindim. O da emindi herhalde bu dayanılmaz sıcakta, bu Allahın da unutmuş olduğu yere sırf onun çirkin suratını görmek için geldiğimden. Her zaman yaptığımı yaptım yine, duymuyorum, benimle ilgisi yok ve ben zaten burada değilim. Ama ne mümkün, sözler kendileri gelip giriyordu kulaklarıma: "Ne yapayım ya, kime tıklayayım ehe he" Başından yumrukla vurup ensesinden de duvara çarptığımı hayal ettim ve sakinleştim biraz. Sonra da yerimi değiştirdim, o da arkamdan gelecekti ama otobüs geldi ve çantamı alıp uzaklaştım oralardan.
O günden sonra tesettür fikri hiç terk etmedi beni. Tesettürlü olsaydım duyar mıydım bu sözleri, cesaret eder miydi bu iğrenç yaratık?
Yalnız kalmak, kendinle baş başa zaman geçirmek, bütün bunlar zenginlik gerektiriyordu, anlamıştım bunu. O yüzden de araba almak için harıl harıl çalışıyordum. Araba beni sokaklardan da koruyacaktı toplu taşıtlarda istemediğim insanlarla nefes nefese gitmekten de. Ama param yetmiyordu, taksit bile aşıyordu beni. O zaman da yayan gitmeye başladım işe. Bir buçuk saate varıyordum ama olsun. En azından daha az maruz kalıyordum istemediğim suratlara, bakışlara.
Artık dar giyimleri, kısa etekleri sağa sola dağıtmıştım. Gardolabımı bol ve ciddi giyimlerle yenilemiştim ama yetmiyordu. Arabalardan sinyal sesleri duymak istemiyordum; otobüste, metroda genç gözükmek istemiyordum, daha yaşlı olayım ki yaşlılar bu kadar rahat bağırmasınlar bana onlara yer vermekte yavaş davrandığım için. Tesettür için uzun kollu, her tarafı kapalı elbiselerim vardı artık; tek eksiğim baş örtüsüydü. Bir de o ilk gün... Evden tesettürle çıkıp işe gideceğim; meraklı bakışlarla, alaycı sözlerle yüzleşeceğim o ilk günü atlatmam lazımdı. İrade diliyordum Allah’tan. Umursamama, utanmama iradesi. Ne derlerse desinler, ne kadar gülerlerse gülsünler tesettürüm bana güç verecekti dayanmak için. Bir motorcu kaskı gibi koruyacaktı beni darbelerden. Benim kaskım ses de geçimeyecekti, duymayacaktım, ne sözleri, ne gülüşleri, hiçbir şeyi.
Baş örtüm benim, kaskım benim.
Eş-akraba konusu aynen beklediğim gibi oldu. İlk birkaç gün iğneli sözler, öğütler, "Yakışmıyor, sen bu değilsin, kendine gel." falan, sonra da bitti. Ama başka bir şey başladı. Dindar camiadan yeni edindiğim arkadaşlar beğenmediler bu sefer üst başımı. Tesettürüm de kamil değilmiş, giyimim de. Hala yanaklarıma bir şeyler sürüyorum, olmaz! Elbisemin kolları uzundur, tamam ama alttan bileklerim hala gözüküyor, olmaz! Pantolonum hala dar, sonuçta ben derimi gizlemiyorum değil mi, vücudumu gizliyorum. Çıplak ayağa neden sandalet giyiyorum, nerede siyah çoraplar? Hele bu ojeli tırnaklar?
Hayat boyu alışkın olduklarımdan bir anda vazgeçmem isteniyordu. Ya hep ya hiç olmalıydı, kamil tesettür giymeyenler kamil tesettür giyenlere zarar veriyordu. Söyledikleri gibi yaptım. Çünkü bunun rahatlığını hissetmiştim bir kere. Plastik ameliyatla kimlik değiştiren insanlar gibi hissediyordum. Ama Polat Alemdar'la bir ilgisi yoktu bu ruh halinin. Sokakta artık daha özgürce dolaşabiliyordum, iş yerindeki kadın düşkünleri artık görmezden geliyordu beni. Ne sinyal veren vardı ne de sapık arzularını kulağıma bağıran. Bunun karşılığında benden istenen tek şey, kamil tesettürdü. Çok mu?
Her şey bir yana, bulvara yalnız gidebilecektim artık, sahilde tek başına oturabilecektim. Saatlerce. Başörtülü kızın bulvarda kendine erkek arayacağını kimse düşünmeyecekti. Gözümde güneş gözlüğü, bir elimde kitap, diğerinde kola ya da kahve. Seyredeceğim denizi, güzel Hazar’ı, güneşin batışını, doğuşunu. Özgür olacağım, tamamen özgür. Hani Özgür Kadın heykeli var ya, Bakü'nün merkezinde, aynen onun gibi... Yalnız o çarşafını başından atarak özgür oluyor, ben de başörtümü takarak. Olsun, özgürlük özgürlüktür. Bekle beni, güzel Hazarım, sevgili denizim, kanalizasyon kokulum. Yarından geci yok, sabahın köründe olacağım yanında, kavuşacağım sana. Bir saat seyretsem seni, sadece bir saat. İkimiz olsak, sen ve ben. İş yerime de yakınsın zaten, oradan geçerim işe. Ne güzeldir, değil mi? Kurtulmak, serbestçe gezmek, özgür olmak.
Gerçekten de gittim ertesi gün. Yedide çıktım evden, sekiz buçuk gibi vardım bulvara. Sabah saatlerinin boş sokaklarından geçerek, kalabalıksızlıktan zevk alarak. Alt geçidi kullanarak Kukla tiyatrosuna çıktım, oradan da ilerledim dənize doğru. Kimse görünmüyordu etrafta. Arabalar da seyrek geçiyordu. Sadece kuşların öttüğü bir sessizlik vardı. Zevkten dört köşeydim. Islık çalasım vardı, ama çalamıyordum, bir de ayıp olacaktı. Ağaçların arasından geçip rıhtıma doğru yaklaşıyordum. Uzaktan yaşlı bir kadın ve ondan biraz genç erkek, sohbet ederek bana doğru geliyorlardı. Kadın yüksek sesle bir şeyler anlatıyordu ve belli ki çok sinirliydi. Yaklaştıkça ne dediği de duyuluyordu. "Ne ar kalmış ne namus. Utanmazlar. Yüzleri de kızarmıyor, gördün mü?" diyordu. Yanındaki adam mahcup bir şekilde başını sallıyordu. Neyse, beni ilgilendirmez. Bir an önce geçeyim de, oturayım bir banka. Aniden o malum duygular yine başladı beni rahatsız etmeye. Adam gözlerini bana dikmişti, çekmiyordu. Lanet gelsin, yine de mi? Ama yok, bu bakışlar ne hayran bakışıydı ne de sapık bakışı. Başka bir şeydi bu. Bu bakışlarda anlam veremediğim bir hayret vardı. Adam beni gördüğüne gerçekten de şaşırmıştı. Sanki beni değil, Margaret Thatcher'i görmüştü Bakü Bulvarı’nda. Kadın hala devam ediyordu homurdanmaya: "Anne-babaları yok mu bu kızların ya, demiyorlar mı kızım sabahın bu saatinde okula mı gidiyorsun, elin oğlanlarıyla sarmaş dolaş emişmeye mi?" Sözlerine beklediği tepkiyi almadığından olsa gerek ki başını kaldırıp önce adama sonra da bana baktı. Artık burun buruna gelmiştik. "Al işte! Buyur buradan yak!" dedi ve yanımdan geçerken "kül başına" işareti yaptı. Adam yüksek sesle nara atarak gülmeye başladı. Kadının sesini hala duyuyordum: "Başkaları gelir de bunlar durur mu zannediyorsun? Tabii ki böyleleri de gelecek, sen ne diyorsun!" diyordu. Artık anlamıştım bu nene efendinin neye sinirlendiğini. Herhalde öpüşen gençleri görmüştü oralarda bir yerde.
Beynimden vurulmuş gibiydim. Biraz daha ilerledim istemsizce. Dönüp baktım arkalarından. Adam eliyle yüksek otel binasını gösterip bir şeyler anlatıyordu kadına. O da herhalde fazla yükseğe bakamıyordu, başını kaldırıp hemen de indiriyordu. Ama pürdikkat dinliyordu. Geldiğim yere doğru geri adımlamaya başladım. Yine alt geçiten karşı tarafa geçtim. Sokaklar yavaş yavaş doluyordu insanla, arabayla. Dükkanlar açıktı artık. Kadının çatallı sesiyle "Al işte!" bağırtısı beynimde yankılanıp duruyordu. Hiçbir şey düşünmüyordum, bir lakayıtlık çökmüştü içime. Yarım saat önceki heyecanımın zerresi kalmamıştı ama önemli değildi. İlk defa değildi hevesimin kursağımda kalması. Ama nedense sinirlenmiyordum. Sanki beş dakika önce iftiraya maruz kalmam, laf yemem normal bir şeydi. Onlar zaten varlığımı da unutmuşlardı, tamam ama ben neden böyle sakindim acaba?
İş yerime yaklaşıyordum. Yakında bir bakkal vardı, biraz sonra acıkacağımı bildiğim için girip iki açma, yarım kilo da çikolata aldım çayın yanına. Kasaya doğru gelirken aynada kendimi gördüm, eşarbın renginden miydi, yoksa deseninden mi, hiç beğenmedim kendimi. Yüzüm solgun ve griydi, hastaydım sanki. Şirketin binasından içeri girdiğimde kapıcıyla yüz yüze geldim. Selamına cevap olarak "Hayırdır böyle erken?" diye sordu. Ben de "Acil işim var, yetiştirmem lazım." deyip merdivene koştum. Koridor boş, kapılar da kapalıydı. Kendi kilidimle kapıyı açıp masama oturdum, bilgisayarı açtım. Sonra dayanamayıp çikolataları yemeğe başladım bir bir. "Lanet olsun Hazar'ına da, onu bir daha görmek isteyene de!"