Aşk diyebilir miydim? Bu kesinlikle bir büyüydü. Kahverengi bir hırkanın ve yeşil kum torbalarının. Hayatımın kaygıdan uzak, uçan balonlarla dolu, serin bir eylül akşamıydı o. Dağ evinde sıcak bir şöminenin çıtırtısı, bir sahil kasabasının kumsalı döven uysal dalgalarıydı. Zihnime silinmesi mümkün olmayan bir şekilde kazınmıştı. Unutamaz ya da onu görmezden gelemezdim. Çünkü işlenmişti, dikiş atılmıştı. Acıtacaktı mutlaka ama çabuk sökülmeyecekti; kan sızan her küçük oyuk bunu ispatlıyordu, o olsa da, olmasa da. 

Zihnim o korkunç oyunu tekrar oynuyordu. Yaptığım her şeyi onunla yapıyordum. Onunla uyuyor, onunla uyanıyor. O varmış gibi yaşıyordum. Öylesine yoktu ki, yokluğu ensemdeydi. Beni öpüyor, bana gülüyor, saçlarımı tarıyor, bana bir daha hiç duymayacağım o harika cümleleri kuruyordu. 

Yüzün ay; güneş, toprak, deniz.

Kafamın içi uğultusu kesilmeyen kör bir kuyuydu; orayı kendinle doldurdun. İlgin, şefkatin, bağlılığın hepsi oradaydı. O ürkütücü karanlıkta insanın başına gelebilir ne varsa, hepsini ışıldayan dimağınla yok etmiştin. 

Ben sana dağ olacağım, güneş yakmayacak seni, yağmur ıslatmayacak, rüzgar gürlemeyecek. Kar üşütmeyecek seni.

İnsan olduğu her şeyle bir kaosu kucaklıyordu, ikimiz de biliyoruz. Ancak bu kaostan omurgası güçlü olan kurtutabiliyordu. Bunu bana öğret istiyordum, tüm ihtimallerin dışında, bu insanın ruhunu ürperten bir risk olsa bile. 

İçimde inandığı her şeyi yıkabilen, bunu arzunun getirdiği farkındalıkla yapan o insan, aynı arzuyla seni kucaklamak istiyordu. Yara izlerini öpmek, sahip olduğu her şeyi ne pahasına olursa olsun sana vermek, bundan şüphe etmeden olduğun insana karışmak isteyen bir gerçeği taşıyordu içinde. 

Sinsi bir yılan gibi bedenimi karışlayan gerçeğin huzursuz ritmini yok sayamadım. Korkaktım ama yalancı değildim. 

Sana hiç yalan söylemedim. 

Gerçekleşmemiş bir vaadin, içimde bin bahçe kuruttuğunu gördüğümde, senin bahçeni talan edecek herhangi bir cümleyi kuracak gücü içimde bulamadım; istemedim de. 

Sen kimseye ihtiyaç duymayan, beton adımlarınla, tereddütsüz karşımda duruyordun.

Ben de, içimde sessizce, gözden uzak büyüttüğüm, her adımını kararsız atan küçük bir kız çocuğu gibi izliyordum. Sen bilmiyordun, gölgen bile büyüktü benden.

İçimin açılıp dışarı aktığını gördüm, sen gördüğün her şeyi cesur yüreklilikle kucaklarken ben yalnızca ağlıyordum. Çünkü hiç görmediğim şefkat canımı yakıyordu.

Bana bunun gerçek olduğunu, bir insanı yaraları, zaafları, eksileri ve çirkin gördüğü her şeyle sevilebileceğini gösterdin. Ve bunun asla ama asla sorun olmadığını. Bununla ilk kez tanışan ruhum sadece izledi. Anlamak, onu tanımak istedi. Bir avuç kadar olan kalbinin tamamıyla.

Dünya bin defa dönse de yeterdi içimdeki her şey, yalnızca altı kez döndü.

Biz dünya son bulana dek, yalnızca fotoğraflarda yan yana gelmiş iki küçük çocuğuz artık. 

Biraz sembolist bir adamım, işaretlere, tesadüflerin anlamlı olduğuna inanırım.

Seninle anlam kazanan her şey, bana sağanakla geldi bir gece. Daha önce nefes almamıştı benliğim. Ben sanayım, sen de benim içinsin dedirten bir nefesti bu.

Hepsi sanaymış. Onca nefes, onca kelime, onca his. Ben tanımadan, ruhum tanımış seni bir yerlerde. Tüm cümleler senin içinmiş. Beni geceleri uyutmayan benliğimin açlığı sanaymış. 

Seni tanımadan, seni aramışım. 

Bir insan birini neden severdi? Yokuşlar ve yok oluşlar yalnızca bana mıydı? Yoksa herkes geceleri bunu düşünerek mi uyuyordu, bilmek istiyordum. Çünkü deniyordum, birini kendi sınırlarını çiğnemeden sevebilmenin mümkün olduğunu görmemiştim hiç. Mütemadiyen eksilmek, kendinden vermek ve bu gerçekle ezilmek mi gerekiyordu? Hiç tanıyamadım doğruyu. Hep başkasındaydı. 

Seni x ve y formunda sevmek değil bu. Seni, sen olduğun için sevmek.

Ben kimdim sahi? Parçalara ayrılmış onca yalandan sonra, karşıma çıkan bu mutlak doğruyu kabul edebilmenin kolay olmadığına kendimi ikna etmeye çalışırken buldum benliğimi.

Garip bir tesadüf buluşturdu bizi. Ne sen ne ben herhangi biriyiz.

Hayatı boyunca kendine hiç dönüp bakmayan bir insanı bir gecede buna ikna ettin. İnandım ve sen oradaydın. Bu öyle güçlü ki.

Şimdi içimi açsan, göğsümde bir ayna taşıyorum sanırdın. 

Sen, dünyada milyonda bir yaşanacak o hadiseyi yaşıyorsun. Hiçliğin ortasında parlayan kırmızı haleleri ikimize de iyi gelir mi dersin?

Kendime sorduğum ilk soru buydu. Sen bir cenneti getirdin bana, artık yalnızca iyi olmak yetmeyecek.

Ruhun içinde sessizce uyuyan, incecik bir damar olduğunu düşünürüm hep. Etrafında çırpınan, aslında yalnızca görevini yapan onca ipliğe imrenerek bakan ve günün birinde aynı savaşı verme hevesiyle yanan.

Tüm o kargaşayı bastırabilecek gücü olduğunu bilmiyordum; öyle ki kendini parçalamak istiyordu.

Küçük, ritmik hareketlerden çok daha fazlasıydı, Tüm vücudumu korkunç bir titremeyle örseliyordu. Öyle tatlı, öyle güzeldi ki bu. Yaşıyorsun, hissediyorsun ve bu ilk kez bu kadar gerçekti.

Bu bir istek değilmiş. Bu, insanın içinde sinsice büyüyen bir ihtiyaçmış. Göremiyordun ama gözünü kapattığında boynundaki o iki küçük noktanın arasında hissediyordun.

Bir kalbin ihtiyacını başka bir kalp bilebilir ve bunu gerçekleştirebilirmiş.

O korkunç gece bana hayatımda bir kez daha yaşanamayacak bir hediye getirdi.

Onunla ya da onsuz, dünya üzerindeki hiçbir canlı bana bunu vaadedemez.

İçimde çarpa çarpa yok etmeye çalışsa da kendini, bu bir milattı; biliyorum. 

Yüz yıldırım gücünde çarptın sen.

Ben bir daha parlamayacaktım; yüzüm çamura bulanacak ve daima hırçın dalgalarla boğuşacaktım.

Sizin düşmanınız kimdi? Ben hedefe giden yolda süratle kendime çarpıyordum ve kalkamıyordum ayağa.

En âlâ hırsız da bendim, en kuvvetli duvarda. Yüzün hep aklımda ancak kaosun beslediği bu uykuyu uyuyamıyorum artık.

Zihnim kendine yeni sancılar doğuruyor, her gece. Ben tekrar bir ülkenin ucuna dokunabilecek miyim, bir göz yaşıyla?