Deniz yosun kokuyor. Kayalıklarda yürüyorum. Ayağımın altında yosunlar. Burada liman yok, sahil yok, insan yok. Salt göğe uzanan dağlar, bir de insan boyunda dalgalarıyla deniz var. Mavi, puslu bir atmosferin içindeyim. İnsanın içine sıkıntı veren bir yer değil burası. Burada yürümek sorun değil. Ancak sınırdan öte görülecek bir şey olmadığını görmenin yarattığı tedirginlik var üzerimde. Görülecek her şey görüldü. Hesaplar tamamlandı, defterler kapandı. Benim için üzerinde yürüdüğüm bu kayalıklardan başka bir yer yok. Salt bu kayalıklar. Yalnızca bu.


Dalgalar karayla her buluştuklarında kükrercesine bağırıyor. Çarpmanın acısı değil bu, bir saldırı. Dalgalar kayalıklara saldırıyor. Her vuruşta damlalar havada asılı kalıyor. Damlalar üzerime yağıyor. Damlalar yanaklarımda. Sırılsıklamım. Bu savaş en çok beni vuruyor. Ya ayağım kayarsa. Ya denize düşer de köpüğe dönüşürsem. Nereden bileceğim ki ne olacağını. Nasıl bilebilirim ki. Fark eder mi. Sevmem ya da korkmam fark eder mi. Dalgalar çarpacak, damlalar düşecek ve ben yürümeye devam edeceğim. Bu kayalıklarda. Sonunda köpüğe dönüşsem de.


Saatler ilerlemeye devam ediyor. Bu yolun sonu yok. Yürümekten yorulsan da oturacak bir yer yok. Şöyle bir çökeyim de denize bacaklarımı uzatayım dersen dalgalar yutar seni. Köpüğe dönüşürsün. Yürümen gerek. Her yer ıslak, her yer yosun kokuyor. Bunun iyi ya da kötü bir yanı da yok. Sadece öyle işte. Kayalıklarda çok yürüyünce alışıyorsun zaten kokuya da neme de. Martılara da. Arada sırada başımın üstünden tek tük martılar geçiyor. Yakından da ne büyükmüş bu hayvanlar. Kanatları kocaman, gözleri simsiyah ve içi yaşamla parlıyor. Uçabilsem ben de öyle olurdum. Yürümek zorunda olmasam bu kayalıklarda. Başımın üstünden dalışa geçiyor, dalgalara indiğini görmeden önce bir anlığına bana geldiğini zannediyorum. Ancak benim peşimde değil. Simit peşinde. Veya balık. Her halükarda istediği ben değilim. Aslında beni istese kanatlarına sığarım. Öyle pek ağır da sayılmam, hemen havalanırım. Ama taşıyamaz beni. Yine de taşıyamaz. Zaten ne o tek kanatla uçabilir, ne de benim göklerde işim var. Uçmak bana göre değil. Benim için yalnız bu kayalıklar var. Burada yürüyüp gideceğim. Ta ki köpük olana kadar. O zamana dek sadece yürüyeceğim.


Adımlarımın altından çatırtılar gelmeye başlıyor. Yağmurdan sonra çıkan sümüklü böcekleri arayarak bir telaş aşağı bakıyorum. Onları hep kaldırır, kenara koyardım. İnatla geri dönerlerdi ait oldukları kaldırımlara. Başkaları ezerdi sonra onları. Kaldırımda ancak köpükleri kalırdı, bir de kırık kabukları. Ama sümüklü böcek değil bu, başka bir şey. Midye. Beşiktaş’ta yediğimiz o lezzetli midyelerden değil ama yine de onun kabuğu. Koyu renkli kabuk açılmış, kayalıkların üstünde öyle narin duruyor. İçinde ne inci var ne de dolma. Ama belki sesler, görüntüler, anılar. Film şeridi gibi gözlerinin önünden geçen bir hayattan kopuk parçalar. Belki kaybettiğimi sandığım her şey oradadır. Bir anlık umut, yerden alıp kulağımı dayıyorum. İçinden gerçekten de kahkaha sesleri geliyor. Bu gülen biz miyiz. Vapura yetişmeye çalışırken attığımız kahkahalar mı yoksa bunlar. Belki de bir zamanlar ait olduğumuz kentin, hepsi de birbirinin aynı görünen sokaklarında yolumuzu kaybettiğimizde attıklarımızdır. Ya da şarabımızın içinde durduğu poşetin delindiği gün. Şarap kaldırıma çarpıp kırıldı, kuşlar geldi dökülenleri içti. Şarap içen kuşlar. Yalpalayarak uçan martılar. Gökyüzünde, denizde, dağlarda yankılanan kahkahalar. Dalgalar onları saklamış, midyelerin içine gömmüş. Midye gelmiş, ben ona basıyormuşum ki basmamışım. Alıp yerden kulağıma dayamışım. Kahkahalar bana geri dönmüş. Ben dağlara, denize, gökyüzüne geri dönmüşüm.


Ama bu midye o midye değil. Bu kahkahalar da bizimkiler değil. Bizimkiler çoktan gitti, gökyüzüne uçtu, bir martının kanatlarına takıldı, çığlıklarına dönüştü. Deniz gülüyor bana, bunlar dalgaların kahkahaları. Aptallığıma gülüyorlar. Anla artık. Vapurlar yok, Beşiktaş yok, midye dolma yok, sahil yok, liman yok, dostlar da yok. Şarap yok. Kuşlar içti şarabı. Salt bu kayalıklar var artık. Bir yanı deniz, diğer yanı dağ. Ne geriye dönmek mümkün, ne de ilerlemekle varılacak bir yer var. Yürü yürü bitmiyor bu kayalıklar. Bitmiyor. Bitmez. Mecbur yürüyeceksin. Ta ki köpüğe dönüşene kadar. Belki o zaman, dalgalar seni alıp yeniden denize karıştırır. Bir kuş, sarhoş bir martı, şaraplı gagasıyla denize dalıp göklere geri döner. O zaman iki kanadıyla o uçar, sen de gagasında uçarsın. Ta ki rüzgarda dağılana dek. Güneşe, aya, yıldızlara dokunana dek. O zamana kadar, senin için, benim için, üzerinde yürüdüğüm bu kayalıklardan başka bir yer yok.


Salt bu kayalıklar. Yalnızca bu.