“Hayır, dur gitme lütfen. Henüz uyanmadım.”


O sabah daha önce hiç yaşamadığı bir hisle uyandı.  Az önce büyük bir heyecanla peşinden yürüdüğü, kaybolup giderken arkasından seslendiği silüet bir anda yok olmuştu. Uyandığında ise gözleri hâlâ kapalıydı. Evet, güzel bir rüyanın tam ortasında uyanmıştı. Hiç zamanı değildi doğrusu. Gözlerini açmadan tekrar uykuya dalmaya çalışsa da beceremedi. Zaten kim kaçan bir rüyayı yakalayabilmişti ki bu zamana kadar? Gördüklerini tamamlamaya çalışsa bundan sonrası rüyanın devamı değil ancak hayali olabilirdi. Ve o, hayal kurma konusunda oldukça beceriksizdi. Planlanmış olan her şeye kendi içinde büyük bir savaş açmıştı. Bunun da bir sebebi vardı elbette. Onun gibi büyülenmeye meyilli insanlar için büyük tesadüfler lazımdı. Doğal olan, kendiliğinden gelişen her şeye hayrandı.  Ayrıca hayatı yaşanılabilir kılan yegâne varlık gizemdi. Arayışın ve merak duygusunun yaşattığı haz olmadan bulmanın ne anlamı olabilirdi?


Tüm bu düşünceler aklının içinde koşturmayı bırakınca hüzünlü bir şekilde gözlerini açtı. Biraz doğruldu ve yatağına yaslandı. Bir an durdu. İlginç olan bir şey vardı. Kalbi oldukça hızlı çarpıyordu. Delice hengâmelerin içinde kalbi çok çarpmıştı bu zamana kadar. Ancak sakinliğin ve duruluğun onu böylesine heyecanlandırdığına ilk kez şahit oluyordu. Bir süre daha sakince düşündü. Demek ki sıradan bir bilinçaltı rüyası görmemişti. Yahut rüya tabirleri sitelerine bakıp uydurulmuş anlamlar bulabileceği türden bir rüya da değildi bu. Çarpıntısı biraz yavaşlayınca hafızasını güzelce bir yoklamaya karar verdi. Yaslandığı yerden biraz toplanarak öne doğru eğildi. Bir elini yatağına yasladı, diğeriyle de -sanki düşüncelerine karışıp dolaşmasınlar diye- saçlarını geriye topladı. Gözlerini kapattı ve neler gördüğünü düşünmeye başladı. Koyu yeşil renklerin, dev ağaçların arasında ve gri bir gökyüzünün altında bir ormandaydı. Tıpkı yağlı boya ile tuvale ince ince işlenmiş bir orman manzarasına benziyordu burası. Karamsar bir ortam sayılır mıydı? Evet, hem de oldukça! Fakat hisleri bambaşkaydı. 


Yürümeye başladığını hatırladı. Otları sağa sola iterken az ileride arkası dönük bir silüet belirdi, demek yalnız değildi. İşte burası biraz karışıktı. Tekrar yatağına uzandı. Bu kez gözlerini açıp tavana dikti. Düşüncelerine geri döndü. Gölge ilerledikçe o da peşinden gidiyordu. Hatta hatırladığı kadarıyla onu takip ediyordu. Fakat neden? Düşündü, düşündü. Ardından kulağına fısıldayan o sesi hatırladı. Duyduğu bu ses dışarıdan mıydı yoksa kendi iç sesi miydi ayırt edememişti ama bir şekilde ona peşinden gitmesini söylemişti. Peşinden gittiği şeyin bir gölgeden daha fazlası olduğunu, ona ulaşabilirse büyük bir mutluluğa da kavuşacağını söylüyordu. Mutlak huzur birkaç adım ötesinde miydi yani? O kadar heyecanlanmıştı ki artık yürümüyor, adeta peşinden sürükleniyordu. Görüntüler yine silikleşmeye başlayacaktı ki eliyle gözlerini kapattı.



 “Sonra ne olmuştu? Hadi hatırla.”


Adımlarını hızlandırdıkça silüet de hızlanmıştı. Bir türlü yetişemiyordu. Karanlığın içine doğru koştukça koşuyordu. Bir an rüyasındaki aptal mutlu yüz ifadesini hatırladı. Bir rüya, peşine düştüğü mutluluğun verdiği heyecanı nasıl bu kadar derinden hissettirebilirdi? Üstelik yakalayamamıştı bile. Sanırım kalbi de tam olarak burada çarpmaya başlamıştı. Ellerini uzattı ve bir hamle yaptı. O andan itibaren her şey silinmeye başladı. Ağaçlar, gökyüzü ve en önemlisi de silüet… Sanki karanlık, bir anda her şeyi yuttu. Öylece kaldığını ve işte tam da o zaman uyandığını hatırladı. Ellerini başının altında birleştirdi. Göz ucuyla odasını süzdü. Böyle bir rüyanın en önemli kısmında kendine geldiğine göre onu uyandıran çok önemli bir şey olmalıydı. Odasında çıt bile yoktu.  Kendi kendine söylenirken düşünmeye devam etti.



“Zaten hayatım daima bir şeyleri kovalamakla geçti. Huzuru, başarıyı, sevgiyi… En azından sen kaçmasaydın... Gitmeseydin de bir kez görseydim yüzünü. Mutluluğu tanısaydım.”


Tam da söylediği gibi, hayatı kazanmaya inananlardandı o da. Mutluluğun ve sevginin elde edilmesi için çabalamak gerektiğini düşünmüştü bu zamana kadar. Esas olan biraz zorlamalıydı, hemen ulaşılmazdı. Bütün güzel hisler, deniz kenarlarındaki kayaların üzerine yapışmış yosunlar gibiydi. Onları sökmeden, kazımadan elde edebilmekten başka bir yol öğrenmemişti.

                                               

Dış bir etki olmadığına göre böyle bir anı öldüren katil kendisi olabilirdi ancak. Hayatta her şey anlık bir farkındalıkla başlamıyor muydu zaten? İster his olsun ister rüya. Bir güzelliği fark edip onu yakalamak istediğimiz an hem kendisi hem de büyüsü kaçıp gidiyordu. Evet, tam olarak böyle olmuştu. Hep böyle olurdu zaten. Ne kadar özel bir anın içinde olursak olalım anı yaşamayı bırakıp gerçekliğini sorgulamaya başladığımızda, hesap kitap yapmaya başladığımızda elimizden kayıp gider. Rüyalar biter, hayaller suya düşer ve işler yolundan sapar. Bazen anı kaybetmemek için bazı farkındalıkların ertelenmesi gerekir. İşte o an yaşamak gerekir, yalnızca yaşamak.