Sana yazıp "merhaba" desem hatırlar mısın beni? Senin aksine ben seni hiç unutmadım, unutamadım, hem de o ilk tanıştığımız andan itibaren yaşadığımız hiçbir şeyi unutmadım. Komik geliyor bana "ayrılma" nedenimiz, daha doğrusu terk edilme nedenim. Oysaki beni kahve içmeye davet ettiğinde sana bir şey demiştim, hatırlar mısın? "Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır, bana kırk yıl katlanır mısın bilemem." diye ve sen de bana "Sana değil, kırk yıl bir ömür boyu katlanırım." demiştin. Çok komik değil mi o kadar lafın üstüne terk etmen? Hayatımda ilk defa nefes almak için birinin fotoğrafına bakmıştım ben.

Bütün hayatım sen olmuşsun meğer; yediğim yemekte, içtiğim suda, hatta ciğerlerime aldığım oksijende bile sen varmışsın. Düşünüyorum da o zamanlar midemde kelebekler uçuran sözlerin şimdi bana o kadar ağır geliyor ki kaldıramıyorum, eziliyorum yalanlarının altında. Keşke hiç yapmayacağın sözler vermek yerine biraz gerçekçi olsaydın.

İnandığın o yalana beni de inandırmasaydın.


Bana kalırsa insan dünyaya bir kere geldiği gibi, ömründe bir kere sever. Ne yazık ki ben o hakkımı ve en güzel duygularımı sende harcadım.


Güne söyle bir sözle devam etmek isterim:

Dostoyevski keşke demenin ağırlığına söyle değiniyor: " Aslında insanın canını en çok acıtan şey hayal kırıklıkları değil. Yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır."


Ben de şu sorumu soruyorum o zaman sizlere:

Yaşadıklarımız elbet bir gün öyle ya da böyle geçer, peki ya yaşayamadıklarımız?