Uyandığımda saat öğlen dördü geçiyordu. Günün neredeyse tamamını kaçırdığım hissine kapıldım. İlk saniyelerde düşündüklerim uykumu almamış olmam, acaba ne rüya gördüğüm ve ne yiyeceğimdi. Bir sonraki saniyede hayatın gerçekleri tokat olup yüzümdeki yerini aldı. Hayatımı, gecelerimi, geleceğimi zehir eden kaybımın acısı dört yanımı sardı.
Gerçekliği kucaklar gibi yastığıma sarıldım… Özlemimin, üzüntümün, acımın dinmesini ister gibi sarıldım. Belki olur ya havasızlıktan boğulur da benden sürekli bir şeyler çalan bu hayattan göçip giderim diye yorganımı kafama kadar çektim. Şu hareketi her yaptığımda üstüme atlayan, benimle oyunlar oynayan can arkadaşım gitmişti. Bu hissin ağırlığı yorganımın üstüne binip nefesimi sıkıştırdı. Çatlayan başımla beraber yataktan kalkıp gölgelere teslim olmuş odaya baktığımda güneş gibi parlayan, hayatımı aydınlatan o sarılıktan eser yoktu şimdi bu odada. Her adımıma bambaşka bir anı eşlik ederken bunun üstesinden nasıl geleceğimi düşünüyordum. Değer verdiğim, sevdiğim, özen gösterdiğim her şeyimi hayatın itina ile benden almasını ve bunu sürekli yapıyor oluşuna anlam veremiyordum.
Bir önceki gün ellerimle saatlerce mezar kazdığım için acıyor olan bütün kaslarımla sanki kaybımın acısını vücuduma yansıttığını hissettim. Cansız bedenini tutarken ellerimde hissettiğim sertliği, duvarların sertliğine karıştırarak hafızamdan silmek istedim. Mezarını göz yaşlarımla suladıktan sonra boş eve geldiğimde yatağımı yaşlarımdan bir havuz yapmışım sanrısıyla boğulduğumu sandım. Düşüncelerle başlayıp daldığım uykudan yine düşüncelerle uyanmıştım, yapacak iyi bir şey bulamadığım için yine aynı şekilde uyumuştum.
Uyandığımda saat öğlen dörde geliyordu, dünden farkı bir saat erken uyanmış olmakla birlikte aynı hislerle kalkmış, aynı şeylerle yaşamaya mahkum edilmiştim. Bu döngü daha ne kadar süreceğini düşünerek diğer yanıma kıvrılarak yatmaya devam ettim. Kaybın getirdiği günleri aynı sarmalda yaşayacağımı biliyordum.