"Kimi aşklar hiç bitmezmiş,

bizimkisi başlamayı bilmeyenlerden."



Fazla alkollü gecenin göz kamaştıracak kadar aydınlık sabahında nihayet otogara vardık. Her şey kusursuz sayılabilirdi, bavulu açana kadar...

Bu benim değil ki deyip bastım çığlığı.

Nasıl olsun ki zaten, benim bavulum lacivert ve orta boydu; önümdeki bavul açık gri ve büyük boy!

Sonrası sayısız telefon görüşmesi, koşuşturmalar ve kavuşma.

Ne kadar aciz hissettiğimi bilemezsin.

Belemir'e desem "Dikkatsizsin," der gülüp geçerdi.

Hâlbuki bu bir dikkat meselesi değil iyelik sorunu.

Yabancı bir şehirden bir başkasına giderken, kendim hariç sahip olduğum tek şeyi bile gündüz gözüyle kaybedenim ben.

Bavul da içindekiler de zerre mühim değilken hissettiğim suçluluk duygusunun yüzümde patlayan anlamı epey mühim.

Ben sahip çıkmayı beceremiyorum!

Bavuluma, öfkeme, kırgınlığıma, aşka.

(O kadar ki aşka sahip çıkmayı yazarken bile beceremiyorum.)

Hâl böyle değilmiş gibi senin hikâyene ait olamamanın hüznünü de sol göğsümde iğnesi etimi deşen bir broş gibi taşıyorum.

Sen, sabun köpüğündensin; ben de böyle olunca 'çıkmaz sokak' tâbiri bile bizim için fazla iyimser.

Köpeklerin kullanamayacakları arabanın peşinden koşması gibi yıllarca peşinden koştum; durmuyorsun diye kızdım, kırıldım.

Sonra kayıp bavul öğretti:

-Sorun sende değil, bende.-