Artık dördümüzün de sıkıldığını belli etmekten çekinmediği geleneksel arkadaş buluşmamızdan dönüyordum. Ben son üç buluşmada olduğu gibi geç gitmiş, erken kalkmıştım. Saat yine de çok geçti. Otobüs neredeyse boş olan yolda son sürat ilerlerken ben birazdan evimde olacak olmamın huzuruyla kurulmuş olduğum otobüs koltuğunda gecenin muhasebesini yapıyordum.

Evet, ben yine geç gitmiştim fakat bu daha öncekiler gibi bilinçli bir gecikme değildi. İlgimi çeken bir şeyle karşılaştığımda onunla saatlerce ilgilenmem vaktinden önce varacağım çoğu yere geç kalmama neden olmuştur her zaman. Bu akşam da bir kitapçıda gördüğüm ve bitirme tezimi yazarken faydalanabileceğimi düşündüğüm bir kitabı incelerken zamanın nasıl geçtiğini unutmuştum. Kitaptan başımı kaldırıp saatime baktığımda buluşma saatinin çoktan geçtiğini görüp kitabı aldığım gibi kendimi caddeye atmıştım. Esnafın akşam temizliğinin eseri olan ıslak kaldırımlarda kaymamaya dikkat ederek sık ve geniş adımlarla bulvarı inmeye başladım. Birazdan buluşma yerindeydim. Tahmin ettiğim gibi, masa çoktan kurulmuş fakat keyifsiz olduğu uzaktan bile fark edilen bir sohbet başlamıştı. Bir an için benim gecikmemden bu kadar keyifsiz olduklarını düşümdüysem de çok ihtimal vermedim buna çünkü daha önce de geç gelmeme rağmen onları hep hararetli bir şekilde sohbet ederken bulmuştum. Hiçbir şey olmamış gibi geçip tabureme oturdum. Her zamanki kalıp cümlelere geçiştirilen bir hoşbeşten sonra sıra yine gecikme nedenimi açıklamaya gelmişti. “Valla,” dedim, “Bu sefer bilerek olmadı.” Turan'ın, “Ne yani, daha önce bilerek mi geç kalıyordun?” demesiyle kırdığım potu fark ettim ama artık iş işten geçtiği ve karşımdakiler de bu kadar bariz bir pottan sonra kolay ikna edilecek kişiler olmadığından savunma yapmaya yeltenmedim. Latif, “Al, bizim de okumuşumuz bu kadar olur!” dedi sinirime dokunmak istercesine. Anlayışlı abi rolünü üstlenen Cüneyt ise her zamanki gibi ne kuru yansın ne yaş mantığıyla “Gitmeyin lan adamın üstüne, okuldur, iştir güçtür. Kim bilir ne gailesi vardır adamın...” demekle yetindi. Cüneyt'in bu unutulmaya yüz tutmuş kelimeleri kullanmasını takdir ediyordum fakat bunu yaparken zorlanması biraz komik duruma düşürüyordu onu. Yine de şevkini kırmak istemediğim için bir şey söylemiyor, hatta düzeltmiyordum bile. Tabii kendisi bana sarıp "Nasıl, tam yerinde kullandım değil mi?" diye sormadığı müddetçe. Evet, kırdığım potu düzeltmem imkansızdı ama çok iyi tanıdığım bu üç kişiye hazır konuyu nasıl unutturabileceğimi elbette çok iyi biliyordum ve o sihirli soruyu sordum.

“Ya tamam, boş verin şimdi beni de sizde ne var ne yok?”

Tam da düşündüğüm gibi olmuştu. Hemen son buluşmamızdan bu yana ne yaptıklarını özetleyen kısa açıklamalara geçtiler. Latif, kayınpederiyle anlaşamadığı için yeni dükkanına taşınmış ama hem dükkânın yerinden hem işleyişinden memnun değilmiş. Bunun yanında bir de karısıyla arası açılmıştı ve bu sefer pek de düzelecek gibi durmuyormuş. Kafası dağınık olacak ki düşündüklerini toparlayıp söze dökmesi kesik kesik cümleler kurmasına neden oluyordu. Cüneyt, “Her zamanki gibi işte, ne eksik ne fazla.” demekle yetindi ama her halinden belliydi iyi olduğu. Zaten kötü olsaydı çoktan hepimizi esir almıştı. Sıra Turan'a geldiğinde uzun bir sessizlik başladı. Dalmıştı Turan. Biraz üsteleyecek gibi oldum ama Cüneyt göz işaretiyle mâni oldu. Sonra bir fırsatını bulup da kulağıma eğildiğinde fısıldayarak “Zabıtalar,” dedi, “Tezgâha el koymuşlar.”

Cüneyt ve Latif daha sonra dahil olmuşlardı gruba ama ben ve Turan çocukluk arkadaşıydık. Evlerimiz arası elli altmış metre ancak vardı. Aynı okullara gittik, aynı sınıflarda okuduk lise sona kadar. Dedesi ve babası işportacıydı. Sık sık bana kendisinin de sonunun bu olacağını söyler, bundan kurtulmanın bir çaresini arardı. Yine de söylediğim hiçbir fikre yatmazdı aklı. “Oğlum,” derdi, “Sen de hiç olmayacak şeyler söylüyorsun he. Baksana bana, bende onu yapabilecek irade var mı?” Kendine o kadar güvenmiyordu ki işportacılık dışında bir iş yapabileceği konusunda, ta ilkokuldan beri istemeye istemeye kendini bu mutlak sona hazırlamıştı. İkna kabiliyeti -kendine ve ailesine karşı hariç- muazzamdı. Bu yüzden münazara takımının daimi başkanıydı ortaokul boyunca. Gerçekten almak için bakan müşteriyle oyalanmak isteyen müşteriyi on metre öteden fark eder, ona göre muamelede bulunur ama alıcı olmayana katiyen saygısızlık etmezdi. Tezgâhın önünü boş yere işgal eden müşteriyi ustalıkla uzaklaştırmasını bilirdi. Koşmaya gelince, tazı gibi koşardı zira bir işportacı için hayatta kalabilmenin altın kuralıydı hızlı koşmak. Bu yeteneğiyle lisede okula sayısız kupa kazandırmış ve ne kimseyi seven ne de kimse tarafından sevilen müdürün bile saygısını kazanmıştı. Ama asla sevgisini değil. Hasılı, Turan'ın konuşmayacağı kesinleşince bana geldi sıra. Bir anda üçü bana dikti gözlerini, afalladım. “Ben de... işte... okul bitmek üzere, bitirme tezimi yazıyorum, iki üç aya mezunum.” dedim. Latif sanki bu gece beni gömmeye ant içmişçesine yine az önceki alaycı tavırla “Ee, sonra?” diye sordu.

“Valla sonra, şu an kesin olmamakla beraber yüksek lisans düşünüyorum. Asistanı olduğum hoca yüksek lisansı iyi bir dereceyle bitirirsem araştırma görevlisi olamam için yardım edebileceğini söyledi.”

“He, iyi madem, torpilin varsa güzel. Sonra işsiz kalma da…”

“Kalmam kalmam, ben yolumu bulurum bir şekilde, merak etmeyin siz.”

Otobüsün ani ve sık frenleri beni kendime getirdi. Yolun iki yanına gelişigüzel park etmiş olan araçlar yüzünden tek şeride düşmüş olan yolda otobüs bir çöp kamyonuna takılmıştı. İki üç dakikada bir bir iki metre anca ilerliyor, sık sık dur kalk yapmasından midem ikide bir ağzıma geliyordu. İki saatlik yolu 40 dakikada gelmişken şimdi burada böyle zaman kaybetmek epey bir canımı sıktı. Bu da yetmezmiş gibi yanımda oturan iri yarı adamın ağız dolu küfürleri ve ardından bunları bana onaylatma çabası iyice keyfimi kaçırdı. Hem bu adamdan ve onun mide bulandırıcı muhabbetinden kurtulmak için hem de yürüyerek gitsem otobüsten önce eve varacağımdan ilk durakta indim otobüsten. Neyse ki hava soğuk sayılmazdı. Paltoma iyice sarılarak yürürken gecenin muhasebesine devam etmek istedim ama eve gidip bir an önce sıcak yatağıma girme düşüncesi zihnimin bütün dehlizlerini kapatmış, başka bir düşüncenin onlarda dolanmasına olanak bırakmamıştı.

***

Eve vardığımda hava soğuk olmamasına rağmen epey bir üşümüştüm. Turan'ın “Oğlum senin üşümen tamamen psikolojik bak, sen kafanda üşüyorsun.” sözü çınladı bir an kulaklarımda. Niyetim hemen üstümü değiştirip yatağıma geçmekti ama açlığım mutfağa yönlendirdi beni. Ekmek dolabı, buzdolabı ve diğer dolapları karıştırdıktan sonra ekmek, domates ve peynirden müteşekkil sandviçimi annemden aldığım porselen tabağa koyarak salona yollandım. Annem atıştırmalıklar için evde plastik tabak bulundurur, böylelikle hem bulaşık yıkamaktan kurtulur hem de zaman ve sudan tasarruf etmiş olurdu. Şu an şu müsrifliğimi görse eminim epey bir söylenir, beni bir hayli bunaltırdı. İstediğini yaptırmak için kas gücünden ziyade dil gücünü kullanırdı çünkü. Ekonomik olsun diye marketten aldığım 24’lü koliden bir portakallı meyve suyu alıp sandviçime katık ederek mideme yolladıktan sonra saate baktım. Bire geliyordu. Meyve suyu kutusunu çöpe atmak için balkona çıktığımda otobüsün daha yeni geçtiğini gördüm. Ah ulan çöp arabaları, diye söylenerek yatak odama geçtim ve kendimi sabahtan beri özlemini çektiğim yatağıma bıraktım.

***

Sabah ısrarla çalan telefona uyandım. Saat dokuza geliyordu. Güç bela yataktan çıkıp telefona yetişmeye çalıştım ama yetişemedim. Arayan Cüneyt'ti. Sabahın bu saatinde Cüneyt tarafından aranmak biraz garip bir durumdu çünkü öğleden önce kimseyi rahatsız etmeme gibi bir huyu vardı. Geri aradım. Hemen açtı.

“Alo!”

“Günaydın Süleyman.”

“Günaydın da hayırdır, bu saatte aramazdın kimseyi sen.”

“Aramazdım da bu sefer farklı, benim şu gümüş tabakam vardı ya, dün geceden beri yok. Acaba dedim sen almış olabilir misin yanlışlıkla?”

“Yok valla, bende değil. Zaten dün gece tabakayı hiç çıkarmadın ki sen cebinden.”

Cüneyt bu kadar bariz bir yalan söylüyorsa kesin beni bir şeylere hazırlıyordur diye geçiriyordum içimden ki öyle de oldu.

“Dükkâna gelsene, seninle bir şey konuşmam lazım.” dedi.

Ne konuşacaksın, ne için konuşacaksın, minvalindeki sorularımı cevapsız bırakarak “Yahu sen gel, telefonda uzun olur.” diyerek kestirdi. Mecburen “Tamam,” dedim. “İki üç saate gelirim.” Telefonu kapatıp tekrara yorganın altına girdim.

***

Uyandığımda saat biri geçiyordu. Cüneyt’e ısmarlatırım düşüncesiyle bir şey yemeden çıktım evden. Neredeyse her taşın altına bir tekstil atölyesi sıkıştırılmış bir mahallede oturduğum için bu saatlerde dışarıda olmamaya özen gösterirdim çünkü işçilerin yemek saati dolayısıyla kıyamet kalabalığı olurdu yerde. Şimdi de niyetli değildim çıkmaya ama Cüneyt’in iki cevapsız aramasını görünce bir an önce gitmemin daha iyi olacağına kani olmuştum. Yolda giderken Cüneyt’in benimle telefonda konuşamayacağı kadar önemli olan konunun ne olabileceği hakkında tahminler yapıyordum. Aklımdan geçenlere bir türlü ihtimal veremedim. Belki Latif biliyordur diye onu aradım. Çok meşgul olduğunu söyleyerek yüzüme kapattı hemen. Aslında meşgul olmaktan ziyade birinin yüzüme telefon kapatmasına ne derece kıl olduğumu bildiği için yaptığından emindim de çok üstünde durmadım. Turan’ı aradım bu sefer. Onun da telefonu kapalıydı. Telefonumu sessize alıp otobüse atladım. Bereket versin, bomboştu. En arka koltuğa geçip dün akşam aldığım kitabı incelemeye başladım. Aslında böyle yorucu kitapları otobüs, kafe gibi yerlerde okuma gibi bir huyum yoktur ama dünden beri bir göz atma fırsatı bulamadığım için şöyle bir karıştırma isteğime karşı koyamadım. Arka kapak yazısını ezberlemek istercesine iki üç defa ağır ağır okudum. Kapağını bir kez daha ve sanki bir şey arıyormuşçasına inceledikten sonra sayfalarını karıştırmaya başladım. Yazarın yarım sayfayı biraz geçkin biyografisini okudum. Hayli genç biriydi ve bu yaşta böyle bir kitap yazmış olmasına, bunu yazabilecek gücü ve inancı kendisinde bulmuş olmasına imrenerek diğer sayfalara geçtim. Bazı sayfalardan gözüm korktu, hemen atladım. Bazılarını, hepsini olmasa da bazı yerlerini iki üç defa okudum. Not almak istediğim birkaç yer çıktı ama kalemim ve defterimi evde unutmuştum telaştan. Telefona not almak gibi bir huyum da hiçbir zaman olmamıştı. İneceğim durağa geldiğimde bu sayfaları kaybetmemek için kenarlarından kıvırdım. Otobüsten indim, Cüneyt’in dükkanına doğru yürüdüm. Sık sık Cüneyt’i ziyaret ettiğimden esnaf beni tanıyordu. Birkaç tanesiyle selamlaştık, çok saydığım bir iki tanesiyle de hâl hatır sormalı kısa muhabbete girdik. Dükkâna vardığımda Cüneyt’i bir saate eğilmiş, saati tamir ederken buldum. Selam verdim. Başını kaldırmadan aldı selamımı. Bu dükkâna hep aç karnına geldiğimi bildiğinden “Artık başka lokantadan yiyorum, telefonu masada olacak, oradan söyle yemeği.” dedi. Masasına geçtim, yarısı çözülmüş bulmacayı kaldırıp altındaki kartvizitte yazılı numarayı aradım, yemeği söyledim ve tekrar Cüneyt’in yanına geldim.

“Ee, ne var ne yok? Dün erken kalktın.” diyerek söze girdi.

“Çok yorgundum, biraz daha kalsaydım biriniz beni sırtında taşıyarak eve götürmek zorunda kalacaktı.” dedim.

“Bak şimdi, dert ettiğin o muydu, arkadaşımızı taşımaktan gocunacağımızı mı sandın yoksa?”

Sesinde ince bir alay seziliyordu. Belki de yorgunluğu bahane ettiğimi anladığından aklınca sıkıştırmaya çalışıyordu beni. Bozmadım. “Estağfurullah.” demekle yetindim ve asıl konuya geçmesini beklemeye koyuldum. Elindeki işe dalmış görünüyordu, konuşmadı bir süre. Ben de dükkandaki saatlere daldım. Renk renk, çeşit çeşit saat... Zaman dediğimiz soyut kavramı görmemize olanak sağlayan eski yeni bir sürü alet... Bütün vaktini saatler arasında geçiren bir adam nasıl hem fikri hem duygusal anlamda bu kadar kuru olabiliyor, aklım almıyordu ama Cüneyt’ti bu; ne zaman ne düşündüğünü, neye nasıl tepki vereceğini kestirmek her zaman güçtü.

Baktım ki konuşacak gibi değil hem meraktan hem de bütün günü burada öldürme niyetinde olmadığımdan mecburen ben açtım konuyu.

“Beni buraya susmaya mı çağırdın?”

“Ne dedin?”

“Beni buraya susmak için mi çağırdın diyorum, sabahtan beri üç defa aramışsın da.”

“Ha, o mesele.” dedi elindeki işi bırakıp. Gözlüğünü çıkardı, masasına geçti. Ben de ardından... Ne diyecek diye merakla ağzına bakıyordum.

“Dün gece Turan seni aradı mı hiç biz dağıldıktan sonra?”

“Yok,” dedim, “Aramadı. Hayırdır, bir sıkıntı mı var yoksa?”

“Yani bana kalsa yok aslında ama… Bu sabah Seher geldi buraya.”

“Seher mi, ne için?”

“Turan dün gece bizden ayrıldıktan sonra eve gitmiş, Seher’le tartışmışlar. Her zamanki meseleler, biliyorsun. Turan vurmuş kapıyı, çıkmış, daha da dönmemiş eve.”

“Bunu anlatmak için mi çağırdın beni buraya kadar? Telefonda da söyleyebilirmişsin.”

“Dur be oğlum. Seher, bir daha eve gelmez Turan diyor. Benden onu bulmamı istedi ama görüyorsun, elimde iş var. Bir saniyem bile yok. Hani diyeceğim o ki sen bir baksan kıyıya köşeye, bir konuşsan Turan’la…”

Bu sırada yemekler geldi. Konuşmadan yedik yemeği. Cüneyt kalkıp lavaboya kadar gitti, ardından tekrar saati tamire koyuldu. Beni unutmuştu sanki. Kendimi hatırlatmak adına bir iki defa öksürdüm ama nafile, hiç oralı olmadı. Bu hal ve tavırlarından işi bana yıktığına inandığını seziyordum. Sinirlenmiştim. Hiçbir şey söylemeden kalkıp gidecektim ama kendime engel olamadım.

“Şimdi sen hiç merak etmiyor musun Turan’ı?”

“Yok be Oğlum. Turan bu, biliyorsun, girmiştir bir yere, çıkar iki üç güne. Ben sadece Seher bu sefer biraz fazla vaveyla etti, ondan dedim bir bak etrafa.”

Vaveyla etti, bir kelimenin kanıma bu kadar dokunacağını biri beni ikna etmeye çalışsa hayatta başaramazdı ama işte bir anda tiksinmiştim. Önünde sonunda işin bana kalacağını bildiğim halde sırf Cüneyt’in şu kir dolu yüreğine birazcık olsun korku düşürebilmek için bir bahane uydurdum hemen.

“Aslında benim de pek vaktim var sayılmaz, bitirme tezim için çalışmam gerekiyor.”

“Bitirirsin yine canım, şöyle bir dolan, sonra git evine çalış yine. dedim ya, Turan bu, çıkar bir yerlerden.”

Anlaşılan hamlem etkisiz olmuştu. Biraz daha kalırsam kendime hâkim olamam korkusuyla dışarı attım kendimi. Arkama bile bakmadan hızla uzaklaştım. Cüneyt’in camdan beni izlediğinden emindim. Sinirlenmiştim ama sinirimin bu seferki muhatabı kendimdim. Latif’i çağırmamıştı çünkü onun böyle emrivakilerden, başkasının işini yüklenmekten nefret ettiğini ve gerekirse hiç çekinmeden onu tersleyeceğini biliyordu. Kaybolan Latif olsaydı mesela, Turan’ı da çağırmazdı çünkü Turan’ın da bunu kesinlikle reddedeceğini bilirdi. Ama işte beni sabah uykumdan uyandırıp buraya kadar getirmiş ve hiç zorlanmadan bana yıkmıştı işi. Bu rahatlığın en büyük nedeni ise pek tabii benim hiçbir zaman kesin çizgilerimim olmayışıydı. Beni seviyorlardı ama bana zerre değer vermiyorlardı. Her zaman ellerinin altında duran ve lazım olduğunda kullanılan bir eşyaydım ben onlar için. Lazım olmadığım sürece varlığımın onlar için bir ehemmiyeti yoktu ve lazım olduğumda ise işte, işe yaradığım kadar değerliydim onlar için. Üstelik bu saatten sonra onları reddedecek olsam ellerindeki bir aletin arıza çıkarması gibi bakacaklar olaya ve belki de hiç canları acımadan çöpe atacaklar beni.

Kafamda bu düşüncelerle yürüyordum ki bir taksinin altında kalmaya ramak kala kendime geldim. Kalbim yerinden fırlarcasına atıyordu. Oturacak bir yer aradı gözlerim ama nafile. Rastgele bir bakkala girip bir şişe su ve birkaç çikolata alıp avlusunda oturabileceğim bir cami aradım. Bulmam uzun sürmedi. Oturup önce saldırırcasına çikolatayı yedim ardından bir dikişte suyun hepsini içtim. Artık sağlam kafayla düşünebilirdim.

Öyle ya da böyle bu iş bana kalmıştı. Turan’ı bulacağım yoktu ama en azından günün sonunda utanmamak için birkaç yere baksam iyi olacaktı. Onu bulma ihtimalimi yükseltmek için Seher’le de bir konuşmalıydım. Turan’ın neye kızdığı, neler söylediği, son sözünün ne olduğunu bilmek bana yardımcı olurdu. Hatta ettiği herhangi bir küfür bile bana yol gösterebilirdi.

***

Kapıyı uzun uzun çalmam gerekti. Normalde olsa çekip giderdim ama içerden çocuk sesi geldiğinden Seher’in müsait olmadığını düşünüp bekledim. Kapıyı açtığında elleri köpüklüydü. Çocuk ağlamaya başlamıştı. Beni görünce gevşedi Seher. İçeri buyur etmesine gerek kalmadan geçtim eşiği. Evde ağır bir baharat kokusu vardı. Babası aktar olduğundan Seher de evde baharatları kavanozlara doldurup babasına yardım etmiş oluyordu. Çocuk beni görünce ağlamayı kesti. Cebimdeki yarım çikolatayı çıkarıp vermeyi düşündüysem de ayıp olur diye hemen vazgeçtim bundan. Köşede duran tekli koltuğa geçip hemen konuya girdim.

“Cüneyt’in yanından geliyorum, bir şeyler söyledi de dedim bir önce seninle konuşayım.”

“Konuşacak bir şey yok, çekip gitti işte.”

“Tartıştınız mı yine?”

“Tartışmadık, kavga ettik.”

“Neden?”

“Bilmiyormuş gibi konuşma, her zamanki meseleler işte.”

“Her zamanki meselelerse neden Cüneyt’e kadar gittin o zaman? İlk değil ki Turan’ın evden gidişi, bir iki güne gelir yine.”

“Bilmiyorum, bu sefer başkaydı sanki, hiçbir şey demeden çıktı. Eskiden olsa saya söve giderdi ama bu sefer tek kelime çıkmadı ağzından.”

Diyecek bir şey bulamıyordum. Geçti, karşımdaki koltuğa oturdu o da çocuğunu kucağına alıp. Seher’i çocukluğundan beri tanırdım. Turan’ın amca kızı olurdu. Ailelerinin zoruyla evlenmişlerdi. Aileler de biliyorlardı birbirlerinden hazzetmediklerini ama zamanla alışırlar, sevgi de doğar diye düşünmüşlerdi. Düşündükleri gibi olmamıştı nitekim. Seher ve Turan birbirlerini sevmek yerine birbirlerine katlanmayı seçmişlerdi ve neredeyse her gün kavga ediyorlardı. Birbirlerine hakaretlerde değil, ithamlarda bulundukları, kavgalarla dolu üç yıl.

“Aç mısın?” dedi Seher sanki beni dalıp gittiğim yerden çağırmak istercesine.

“Yok,” dedim, “Cüneyt’le yedik biz.”

“Çay filan?”

“Yok, sağ ol. Ben bir an önce çıkıp Turan’a bir baksan daha iyi olacak.”

Kalkıp kapıya yöneldim. Turan’ın eve pek bir şey getirmediğini bildiğimden, utanacağını düşünmeme rağmen “Paran filan var değil mi?” diye sordum.

Bir şey söylemedi. Bu yok demek oluyordu. Cebimden iki yüzlüğü çıkarıp uzattım. Teşekkür filan etmedi. Biliyordum Seher’in huyunu, çok takılmadım.

Kapının bulunduğu küçük holde ayakkabımın bağcıklarını gevşetmekle meşgulken Seher yetişti arkamdan. “İstersen önce Cankurtaran’daki kahveye bak. Orada Orhan vardı, belki o biliyordur nereye gittiğini.” Yalvarır gibi bir ses tonuyla söylemişti bunu. Az önceki soğukkanlı Seher’den eser yoktu şimdi. Bu ani değişim bir an için korkuttu beni ama üstünde durmadım. Tamam deyip dışarı çıktım. Hava serinlemişti bayağı, montumu almadığıma pişman olmuştum. Yürüyerek gitme planım da böylelikle suya düştüğü için hemen bir minibüse atladım. Her zamanki gibi minibüsçü ısıtıcıları açmamıştı ve minibüsün içinin dışından bir farkı yoktu. Her hâlükârda bugün payıma üşümek düşmüştü.

***

Minibüsten indiğimde soğuğa bir de yağmur eklenmişti. Artık hasta olmam işten bile değildi. Rastgele bir markete girip yağmur dinene kadar dolanmaya karar verdim. Yanlış bir anlaşılmaya mahal vermemek için bir de sepet aldım yanıma. Raflar arasında gezinirken bir yandan da evde lazım olabilecek şeyleri sepete atıyordum. Sepete attığım bazı şeyleri ise başka bir rafa gelişigüzel bırakıyordum. Bunu yapmaktan da haz alıyordum. Annemin otoritesinden çekinip çocukluğumda içime attığım bütün haylazlıkları bir şekilde dışa vuruyordum artık. Ama işin başka bir tarafı da var pek tabii. Hazır durum için konuşmak gerekirse dağıttığınız her şeyi başkasının toplayacak olmasının verdiği haz ve sistemin çoğunlukla sizin yanınızda olmasının verdiği rahatlık gibi güzel yanları olduğu gibi, girdiğiniz her mağazada müşteri olmanın yanı sıra potansiyel hırsız olarak görülmeniz gibi kötü yanları da vardır müşteri olmanın. Nitekim yarım saattir içerde dolanıp ikide bir kapıya yaklaşarak dışarıyı kontrol ettiğimi gören mağaza şefi şüphelenmiş olacak ki yanıma yaklaşıp kibarlığı elden bırakmamaya çalışarak bir sorunum olup olmadığını sordu. Adamı geçiştirmeye çalışmakla daha fazla şüphe çekeceğimi ve meseleyi gereksiz yere uzatmış olacağım için lafı hiç dolandırmadan olduğu gibi anlattım içinde bulunduğum durumu. O da bir an için havaya baktı ve bana dönüp “Bana kalırsa beyefendi, bu yağmur daha da bastırır. Siz iyisi mi evinize atmaya bakın kendinizi bir an önce.” dedi. Bir an gözlerimin gözlerinde takılı kalmasından çekinerek hemen savunmaya geçti. “Tabii son karar sizin, ben iyiliğiniz için diyorum.”

Karşımdaki adamı bu duruma düşürmüş olmaktan utanarak özür diledim ve elimdeki sepetle kasaya yöneldim. Sepete attığım her şeyi satın alarak müdürün tavsiyesine uydum ve sıcak olduğunu tahmin ettiğim (Evden çıkmadan kaloriferleri kapatıp kapatmadığımı hatırlamıyordum.) evimin yolunu tuttum.

***

Ertesi sabah ev sahibemin iki çakmak tıkırtısını takip eden garip hırıltılarına uyandım yine. Saat daha yedi bile değildi. Uyandıktan sonra tekrar uyumakta zorlandığım ve uzun süredir derslerim öğleden sonra olduğu için -üniversitenin ilk yıllarında minnettardım bu hırıltılara- her sabah bu saatte böyle bir şekilde uyandırılmak canımı sıkmaya başlamıştı. Çaresiz, yataktan çıktım. Uykusuzluktan içim yanıyordu. Buna susuzluk da eklenince mutfakta buldum kendimi. Annemin benim karşı çıkmama rağmen aldığı biçimsiz cam sürahiyi alıp dibindeki suyu yine sürahiyle birlikte aldığı aynı biçimsiz bardağa boşalttım. Bir dikişte içtim bütün suyu. Soğuk suyun içimi gıdıklayarak vücudumda dolaştığını hissedip ürperdim. Ama hala kendime gelebilmiş değildim. Yalpalayarak salona geçtim. Katlanabilen beyaz plastik masama oturdum. Alın bölgeme ve göz altlarıma hafif bir masaj yaptım. Bu sırada bir karıncanın masaya dağılmış olan şeker tanelerinden birini var gücüyle sürüklemekte olduğunu fark ettim. Bu küçük mahlûkun bu azmine hayran kalmakla birlikte, içimde ona karşı büyük bir öldürme isteğinin yükseldiğini hissediyordum. Başparmağımla onu ezmenin bana vereceği hazzı düşünmeye başladım. Allahtan parmağım karıncanın küçük bedeni üzerine bir gölge düşürdüğü anda yıllar öne anneme verdiğim söz geldi aklıma. Parmağımı hızla geri çektim. Ben artık karıncaları seviyordum. Çocukken binlercesini öldürmüş olmamın verdiği mahcubiyetten doğan zorunlu bir sevgiydi bu ama olsun. Söz verilmişti bir kere, artık kan dökülmeyecekti.

 

Üç gündür dolapta duran iki poğaça ve bayat çayla yaptığım kahvaltıdan sonra Cankurtaran’daki kahveye gitmek üzere dışarı attım kendimi. Hava dünden bu yana daha da bozmuştu. Kışın pek uğramayan soğuk ve yağmur, bahardan çalmaya niyetli gibiydi galiba. Neyse ki durak evime yakındı. Otobüs benimle beraber geldi durağa. Bundan bugün işlerin yolunda gideceği sonucunu çıkararak yüreklendirdim kendimi fakat ufak bir pürüz vardı. Önümde, trafiği de katarsak kaba hesapla iki saatlik yol olduğu için beni meşgul edecek bir şey bulmam gerekiyordu. Çantamı açtım. Yanıma kitap almayı unuttuğumdan yine buluşma gecesi aldığım kitaba kalmıştım. Açtım. Yazarının hayat hikayesini ve arka kapak yazısını tekrar okudum. Kenarlarını kıvırdığım sayfalara göz gezdirdim. İçindeki birkaç resmi, bunlardan biri dün en ince ayrıntısına kadar incelediğim kapak resmiydi, uzun uzun inceledim. Böyle bir konu için yanlış seçimlerdi bu resimler fakat bunu da yazarın yaşına vererek kendisine bir kez daha imrendim. Tabii bu imrenme, ben olsaydım hangi resimleri seçerdim düşüncesinin beni yerle yeksan etmesine mâni olamadı.

Otobüsten belki biraz deniz havası iyi gelir düşüncesiyle iki durak erken indim ama hata etmiştim. Hatamın bedelini kendimi kahveye donmaya ramak kala atarak ödedim. Cankurtaran’ın artık boş kalmış sokaklarından birindeydi kahve. Turan’la işportaya çıktığım zamanlarda mutlaka buraya uğrar bir soda ayran yapardık. Ardından Turan şekersiz bir çayı neredeyse iki yudumda bitirir ve kalkıp diğer masalarda oyun oynayanlara sataşırdı. Kahvede, mahallede daha doğrusu, herkes tanırdı onu. Beni de tanırlardı. “Turan’ın yanındaki çocuk” sıfatıyla pek tabii. Ama bu bana rahatsızlık vermezdi. Hemen izleyici pozisyonuna geçer ve Turan’ın rahatlığına, laf döndürüşlerine ve en konsantre okeycileri bile çileden çıkaran, deyim yerindeyse, muzırlıklarına imrenerek şamatayı seyrederdim. Kahveci Orhan ise bana fark ettirmemeye çalışarak göz ucuyla beni süzer ve belki de çekingenliğimden dolayı beni küçümserdi. Bu bahsi Turan’a açtığımdaysa “Takma sen, boş ver zırtapozu.” diyerek beni geçiştirirdi. İşte bugün o zırtapoza işim düşmüştü.

Kahveden içeri girdiğimde bütün gözler bir anlığına bana döndü. Her türlü duygudan yoksun bu bakışlar arasında çay ocağının yanına yollandım. Arkama bir bakış fırlattığımda ise herkesin tekrar oyunlarına dönmüş olduğunu görüp rahatladım. Ocakta Orhan yoktu. Bardakları yıkamakta olan ve benimle yaşıt olduğunu düşündüğüm çocuğa duyurmaya çalışarak:

“İyi günler usta, kolay gelsin.”

“Sağ ol, çay mı istedin?” dedi ıslak ellerini önlüğüyle kurularken.

“Yok, ben birini soracaktım, adı Orhan. Buranın sahibiydi. Devir mi etti yoksa?”

“Ne yapacaksın sen Orhan’ı?”

“Arkadaşıyım ben, yani eski bir arkadaşı.”

“Orhan abi dün akşamcıydı, daha gelmedi.”

“Ne zaman gelir?”

Saate baktı. On bire geliyordu. “Bir iki gibi gelir.” dedi.

“Anladım.” dedim ve şekersiz içmeye başladığımdan beri dışarıda çay içmediğimden bir kuşburnu söyleyerek duvar dibinde hem içeriye hakim hem de gürül gürül yanmakta olan sobaya yakın masalardan birine oturdum. Niyetim beklerken biraz da içeriyi gözlemlemek ve eskilerden birileri var mı diye bakmaktı. Kahveci birazdan kuşburnunu getirdi. Aç olup olmadığımı sordu. Nazikçe reddettim teklifini ve çayımı yudumlamaya başladım. Kâğıt oynayanları seyrettim bir süre. Hepsi de ellisini geçkindi. Bir iki kişiyi çok iyi hatırlıyordum. Biri hâlâ aynı oturuş, aynı gözlük üstünden kağıtları süzüşle oyununu oynayan Muzaffer amcaydı. Diğeri ise artık bir uzvu haline gelmiş olan otuz üçlük tespihi parmaklarının arasında dolaştıran Samim abiydi. Aslında ikisi aynı yaştaydı ama nedense Turan, Muzaffer amcaya amca derken Samim abiye de abi demeyi tercih ediyordu. Bunlar dışında birkaç kişiyi daha gözüm ısırıyordu ama onlara dair kafamda yer tutacak bir ayrıntı olmadığı için tam çıkaramıyordum.

Kahveci çocuk üçüncü boş bardağı önümden alırken Orhan girdi içeri. “Hah, beklediğin adam geldi.” dedi ve Orhan’a seslendi.

“Orhan abi, baksana, burada seni soran biri var!”

Orhan içerdekilere yüksekten bir selam vererek yanıma geldi. Göbeği iyice salmıştı. “Buyur kardeş.” dedi elimi sıkarak. Konuya nasıl gireceğimi daha önce düşünmediğimden kendimi tanıtmakla başladım çünkü konuşmasının tonundan beni hatırlamadığı belli oluyordu.

“Orhan abi, beni hatırlamadın mı?”

O zaman tanımak istercesine dikkat kesildi yüzüme.

“Dur bakayım, sen şey değil misin, bizim Turan’la arada buraya gelen çocuk?”

“Evet abi, benim.”

“Hayırdır, uzundur görünmüyordun, nereden düştü yine yolun buralara? Turan da yok epeydir.”

“Biraz oturursan abi, her şeyi anlatacağım.”

“Mahmut, bize iki çay.” diyerek karşıma geçti.

“Anlat bakalım, neyi anlatacaksın?”

Tavrından beni ve az sonra anlatacağım, soracağım her şeyi küçümseyeceği açıkça belli oluyordu. Bir şey uydurup hemen kalkıp gitmeyi geçirdiysem de aklımdan, bir umut kalmaya karar verdim. Müstehzi bakışları hala üzerimdeydi. Soğuk cümlelerle, Turan’ın iki gün önce karısıyla kavga ettiğini, evden çıkıp bir daha dönmediğini anlatıp buraya uğrayıp uğramadığını -gerçi az önce Turan da yok epeydir diyerek bunun cevabını peşinen vermişti- uğramadıysa nereye gitmiş olabileceğini, bilmiyorsa nereye gitmiş olabileceğini sorabileceğim başka biri olup olmadığını sordum.

Tahmin ettiğim gibi, sesindeki alayı daha da artırarak “Oğlum Turan bu, Turan’ın en az bir hafta eve uğramadığı olurdu. İki gün gelmedi diye bu ne telaş? Çıkar bir iki güne. Ben de bir şey var sandım.”

Durumun bu sefer başka olduğunu, bunun daha önceki kavgalardan olmadığını, bu yüzden en ufak bir ipucunun bile işime yarayabileceğini dilim döndüğünce -çünkü tavrı karşısında sinirlerim iyice gerilmişti- anlatıp bir cevap alma beklentisiyle gözlerinin içine sabitledim gözlerimi. O da sinirlendiğimi sezmiş olacak ki bunun altında kalmamak için ayağa kalkıp hakaretvari sözlerle Turan’ın  bir süredir Samatya’da Hilmi Hoca diye birine takıldığını, oraya bakmamı söyledi eliyle ocaktaki çocuktan kâğıt ve kalem istediğini gösteren hareketler yaparak. Çocuk kâğıdı getirdi. Orhan tombul parmaklarının arasında kaybolan kısa kurşun kalemle adresi yazıp kâğıdı bana uzattı. “Hadi abisi, git oraya bak sen.” diyerek ocağa geçti. Kâğıdı alıp cebime koydum. Aynı cebimdeki beş lirayı da çıkarıp masaya bıraktım ve kahveden dışarı çıktım. Orhan’a saya söve Sultan Ahmet’e doğru çıkmaya başladım. Niyetim tramvay, otobüs yaparak Samatya’ya gitmekti ama meydanı geçene kadar yediğim soğuk fikrimi değiştirmeme yetti. Bu sinirle bu saatten sonra sadece eve gidip uyulurdu. Zaten sabah yedide uykumu alamadan uyanmıştım ve Hilmi Hoca denen adamın da Orhan gibi biri olma olasılığı vardı. Gerçi Turan birkaç kez bahsetmişti, çok yumuşak huylu biri demişti ama işte Orhan da Turan’a karşı oldukça yumuşaktı.

***

Ertesi sabah penceremin camına vuran dolu tanelerinin takırtısına uyandım. Dünün aksine uykumu almıştım. Hava kapalıydı, içeride bir akşamüstü karanlığı vardı neredeyse. Ev sahibemin hırıltılarına uyanmadığımdan dolunun ya da yağmurun epeydir yağmakta olduğu hükmüne vardım. Mutfağa geçip dün aldığım malzemelerle uzun süredir hayalini kurduğum o muhteşem kahvaltıyı hazırlamaya başladım. Malzemeleri poşetten çıkarıp tezgâha yığdım. Domates, salatalık biber ve soğanları bir leğene koyup ağzına kadar su doldurdum. Patatesleri de aynı şekilde, soyup suya bıraktım. Çay suyunu da koyup banyoya yollandım. Şöyle sıcak bir duş çok iyi gelirdi.

Duştan çıktığımda, kaynayan çay suyunun şiddetiyle yere yuvarlanan demlik kapağının sesiyle mutfağa fırladım tekrar. Taşan su ocağı söndürmüştü ama neyse ki tam zamanında yetişmiştim. Çayı koyup demlemeye bıraktıktan sonra sıra menemene geldi. Yılların tecrübesiyle hemencecik çıkardım onu da aradan. Katlanabilen beyaz plastik masamı açıp sofrayı hazırladım ve ziyafete başladım. Uzun süredir yemek yemeyi abur cuburla geçiştirdiğimden yedikçe yiyesim geliyordu. Ama fazla da şişmemem gerektiğinden doyduğumu hissettiğim anda kalktım masadan. Bir çırpıda masayı toplayıp akşamdan hazırladığım çantamı alarak çıktım evden. İstekli ve dinçtim. Bugün mutlaka ya Turan’ı ya da ona dair bir ipucu bulacaktım ve her hâlükârda Seher’e uğrayıp bir rapor verecektim.

Samatya’ya vardığımda saat on ikiyi geçiyordu. Meydanda rastgele bir balıkçıya girip adresi sormam yetti. Yaşlı balıkçı -Samatya’nın yerlilerindendi herhalde- elimle koymuş gibi bulacağım bir tarzda tarif etti bana Hilmi Hoca’nın yerini. Izgarada pişmekte olan balıklar mis gibi kokuyordu. Dönüşte uğrama sözü verip merdivenlerden çıkarak kafenin olduğu (Hilmi Hoca bir kafe işletiyormuş.) caddeye çıktım. İlk soldaki sokağa saptım ve elli adım sonra -balıkçının dediği gibi elli adımlık mesafeydi tam olarak- kafe karşımdaydı. Girmeden önce içeriye bir göz attım. Garsondan başka kimseyi göremedim. Yumuşak bir şeye basıyormuşçasına geçtim eşiği. Olabildiğince kibar bir ses tonuyla garsona Hilmi Hoca'yı sordum. Kafenin arka tarafında loş bir ışıkta oturan altmışlık Hilmi Hoca'yı göstererek “Orada oturuyor, bir şey mi soracaktınız?” diye sordu.

“Evet,” dedim, “Ufak bir mesele var da.”

“Tamam, şuraya oturun ama o size dönmeden rahatsız etmeyin kendisini.” dedi eliyle hocanın hemen arkasındaki masayı göstererek.

Garsonun gösterdiği masaya geçip beklemeye başladım. Hoca, duvardaki bir tabloyu seyrediyordu. Öyle mest olmuş bir şekilde dalmıştı ki tabloya, köşeye ilişip tabloyu seyre daldım ben de. Cüce denebilecek bir adamla neredeyse onun iki katı uzunluğunda bir kadını tasvir eden bir tabloydu. El ele tutuşuyorlardı. Adam kadının elini tutabilmek için pazarda annesinin elini tutan bir çocuk gibi parmak uçlarına kalkmıştı neredeyse. Anne oğul, abla kardeş, karı koca ya da birbirini hiç tanımayan iki yabancı. İyi giyimli sayılırlardı fakat çuval giyse yakışacak insanların zıddı bir vücut yapısına sahiplerdi. Buna rağmen kadının neyden kaynaklandığını anlamadığım bir çekiciliği vardı. Adamsa en düz ifadeyle çirkindi. İki küçük gözü ayıran kocaman bir burun ve burnun sağ perdesinin hemen dibinde büyükçe siyah bir ben... Kısa bir boy ve iyi fakat düzensiz beslendiğinin alameti kocaman bir göbek... Hani gücüne gitmesin Allah’ın, sanki isterse birini ne kadar çirkin yaratabileceğini göstermek için yaratmıştı onu. Gerçekten yaratmış mıydı, o da meçhuldü ama ben kimsenin muhayyilesinde bu kadar çirkin bir şey tasarlamayacağını, tasarlayamayacağına inandığım için yaratılmıştır diye düşünüyordum. İlk başta değil ama biraz dikkatlice bakan insanda tiksinme duygusu yaratan bir hilkat garibesiydi adeta. Tabloya o kadar dalmıştım ki Hilmi Hoca’nın beni dürtmesiyle kendime gelebildim ancak.

“İlgini çekti galiba.” dedi yüzünde içten olduğu gözlerindeki parıltıdan anlaşılan bir gülümsemeyle.

“Adam çok çirkin.” diyebildim sadece. Bunun üzerine tekrar tabloya döndü. Tabloda bir şey arıyor gibiydi zira az önceki huşudan eser yoktu bakışlarında. Sonra yine bana döndü.

“Rüya falcısı.” dedi, “İnsanların rüyalarını dinleyip fallarına bakarmış. Yanındaki de kız kardeşi.”

“Rüya falcısı derken?”

“Rüya falcısı işte, bu kadar, dahası yok.”

“İyi de insan her gün onlarca rüya görüyor, çoğu da bilinçaltının eseri olan alakasız şeyler.”

“Eminim o da her rüyasını anlatanın falına bakmıyordu.”

“Gerçekten yaşamış mı bunlar?”

“Bilemeyiz.”

“Rüya falcısı olduğunu nereden biliyoruz peki?”

“Biliyoruz çünkü tabloyu ben yaptım.”

Ne cevap vereceğimi şaşırmıştım. Karşımda büyük ihtimalle aklı çok da yerinde olmayan biri vardı ve bu adamdan Turan’ın nerede olabileceğini öğrenmeye çalışacaktım. Madem durum buydu, sözü daha fazla uzatmadan istediğimi öğrenip bir an önce buradan çıkmalıydım. Uygun bir geçiş cümlesiyle asıl konuya girdim.

“Ellerinize sağlık, çok başarılı bir çalışma olmuş.”

“Teşekkür ederim.”

“Aslında ben buraya sizden bir şey öğrenmeye gelmiştim ama tablo muhabbetine dalınca…”

Sözümü bitirmeme müsaade etmeden ve az önceki ses tonuna rahmet okutan bir ses tonuyla “Neyi öğrenmeye geldin?” dedi.

Bu ani değişime şaşırmakla birlikte hafif bir tedirginlik başladı bende.

“Şey, arkadaşım birkaç gün önce kayboldu. Turan, arada size uğruyormuş.”

“Evet, Turan’ı biliyorum. Nasıl kaybolmuş?”

“Yani, kaybolmuş derken karısıyla kavga edip çekip gitmiş. Daha da yok ortalıkta. Hani, şu son bir iki günde buraya uğradı mı ya da siz nerede olabileceğini biliyor musunuz diye soracaktım.”

“Üç gün önce geldi buraya Turan, konuştuk biraz, muhabbet ettik. Sonra kalkıp gitti, arkadaşlarıyla mı ne buluşacakmış.”

“Heh, evet, en son biz de o gün gördük zaten. Canı epey bir sıkkındı, acaba sizin yanınızda da öyle miydi?”

“Evet, tezgâhı kaptırmıştı zabıtaya. Geri almak için aracı olmamı istedi, ben de tamam dedim, bir iki güne alırım dedim, sonra kalktı gitti.”

“Başka bir şey söylemedi mi?”

“Hayır.”

“Emin misiniz, belki unuttuğunuz…”

“Eminim.”

Bu net tavır karşısında daha fazla konuşamazdım ki zaten işime yarayacak bir şey de söylememişti bana. Nazikçe vedalaşıp kalktım. Tam kafeden çıkıyordum ki geri çağırdı beni. Tezgâhtar çocuktan kâğıt kalem aldı ve “Bu bizim Rıfat’ın adresi, zabıta müdürü. Turan’ın tezgahına o el koymuştu, bir uğra oraya, belki o biliyordur bir şeyler.” dedi. Kâğıdı aldım, teşekkür edip sokağa attım kendimi. Yağmur dinmişti ama rüzgâr hala bütün şiddetiyle esiyordu. Vakit ikindiyi epeyce geçmişti. Zabıta müdürüne de uğrarsam tam iş çıkış trafiğine denk gelecek, haliyle eve oldukça geç kalacaktım. Üstelik daha Seher’e de uğrayıp rapor vermem gerekiyordu. En iyisi dedim yarın sabah erkenden uğramak. Hem belki hava da biraz yumuşar, ben de daha rahat giderdim zabıta müdürüne. Geldiğim yolu takip ederek meydana geldim tekrar. Balıkçıya girip ustaya samimi bir selam verdikten sonra balığımı beklemeye koyuldum.

***

Bir insan neden kaybolmak ister? Yalnız kalabilmek için mi? İyi de yalnızlık ne vadedebilir ki bir insana? Kocaman bir boşluk, korkunç bir sessizlikten başka. Yalnızken ürkek olur üstelik insan. Küçük bir kediden bile korkabilir. Hatta kendi sesinden bile dehşete kapıldığı olur kimi zaman. Üstelik Turan gibi, yalnızlığın nasıl bir şey olduğunu gayet iyi bilen biri şimdi ne diye tutup da kalkışır ki böyle bir şeye? Hem de her kuytusunu, her köşesini avucunun içi gibi bildiği bir şehirde... Hayır hayır, mutlaka başka bir şey var bu işte.

İşte bu düşünceler vardı kafamda boş koridorda zabıta müdürünün toplantıdan çıkmasını beklerken. Üç gündür Turan’ı arıyordum ama en ufak bir iz dahi bulamamıştım. Üstelik bu şekilde, bir insanı değil de kaybolmuş bir eşyamı arar gibi aramaya devam edersem bulamayacaktım da. Oysa Turan’dı bu. Ne zaman ne düşündüğünü kestiremediğimiz, bugün buradaysa yarın Fizan’dan çıkabilen, tutarsız, ketum, inatçı ve her şeyden önce kanlı canlı bir insandı; Turan’dı. Hiçbir şey söylemeden kapıyı vurup çıkmıştı ve şu an her yerde olabilirdi. Daha önce baktığım yerlerden birinde bile olması muhtemeldi. Mesela Orhan’ın kahvesinde her zamanki gibi millete takılıyordur ara sıra benim o günkü acemiliğimi anlatıp dalga geçen Orhan’ı onaylayıp bir nefeslik rahatlık yakalamaya çalışarak. Ya da Samatya’da, Hilmi Hoca’yla benim gittiğim balıkçıda, benim oturduğum masada kafayı çekiyor da olabilir. Birden polis aracının sireniyle irkildim. İçeri iki polis girdi ve toplantının olduğu odaya kapıyı çalmaya bile lüzum görmeden girdiler. Koridorda yine kimse kalmadı. Ben tekrar Turan’la ilgili düşüncelerime dalmaya çalıştım. Az önceki düşüncelerimi çürütmeye başladım. Hayır, Turan daha önce uğradığım yerlerin hiçbirine uğramış olamazdı. Eğer uğramış olsaydı onu aramakla içine düşürdüğüm komik duruma sinirlenir, beni çoktan bulur ve fırçasını kayardı. Hatta onu aradığım yerleri de geçtim, bence İstanbul’da bile değildi.

Sık sık Zonguldak’taki askerlik arkadaşından bahsettiğini hatırlayınca daha da inanmaya başladım bu fikre. Evet, Turan Seher’e kızmış, kapıyı vurup çıkmıştı. İstanbul’da kalırsa benim yahut Cüneyt’in peşine düşeceğini bildiği ve yalnızlıktan da haz etmediği için tek çaresi olan şehir dışına çıkmayı seçmişti. Şehir dışında da gideceği tek yer -en azından benim bildiğim- askerlik arkadaşıydı.

“Evet, benimle görüşmek istemişsin.” diyen zabıta müdürünün tok sesiyle irkildim. Yerimden kalkıp kafamı bir nebze olsun toparlayabilmek adına derin bir nefes aldım ve “Müsait bir yerde konuşmamızın imkânı var mı acaba?” diye sordum.

“Hayır, yok. Ne söyleyeceksen burada söyle, acelem var.” cevabını alınca afalladım bir anda. Gerek bu nezaketsiz davranış gerek az önceki düşüncemin ağır basması bir anda bu adama ne anlatacak ne de soracak bir şeyim olduğu fikrine itti beni. “Kusura bakmayın, bir mesele vardı ama gerek kalmadı, kolay gelsin size.” diyerek kapıya yöneldim. Hafif hafif serpiştiren yağmurun altında söylene söylene yürüdüm bir süre. Ara sokaklara daldım. Üşümek istiyordum. İliklerime kadar hissetmek istiyordum soğuğu. Ara sokaklardan vazgeçip uzun ve geniş sokaklara çıktım. Daha bir sert esiyordu buralarda rüzgâr. Bununla da yetinmeyip adımlarımı yavaşlattım. Hatta bir ara sokağın ortasında dikilip üzerimdekileri çıkarmayı, orada bir heykel misali donakalmayı dahi geçirdim aklımdan ama birden sanki biri beni çimdiklemiş gibi kendime geldim. Ürperdim ama soğuktan değildi bu ürpermem. Az önce kafamın içinden geçenlerden dehşete kapıldım. Donmak, donarak ölmek, aman Allah’ım ne korkunç bir şey olurdu. Oysa ben beni sıcacık yatağımda bir rüya gibi yakalayacak bir ölüm hayal etmiştim her zaman. Bir kahve arandı gözlerim. Adımlarımı sıklaştırdım. Ara sokaklara daldım tekrar. Bir ana kucağı gibi sevimli görünüyorlardı şimdi gözüme. Sevimli, sıcak ve güvenilir.

Birazdan küçük fakat yanan sobanın içeriyi küçük bir cehenneme çevirdiği bir kahvehanede yüzüme vuran sıcağa şükrederken buldum kendimi. Sıcağın vücuduma yayılıp soğukla tutuştuğu amansız mücadeleyi duymaya çalışıyordum. Koca şehre galip gelen soğuk işte bu küçücük kahvehanede yenilgiye uğruyordu. Bunun gibi küçüklü büyüklü on binlerce, yüz binlerce yerde yenilgiye uğramasına rağmen nasıl hala koca şehri kasıp kavuruyordu, aklım almıyordu. Kendime geldiğimde genç kalfanın bana kilitlenmiş olduğunu fark ettim. “Bir kuşburnu alabilir miyim?” dedim hafif utangaç bir edayla. Çayımı masama bırakırken “Abi, valla senin dalgınlık biraz daha sürse sobaya yapışıyordun he.” diyerek alaycı alaycı güldü. “Donmaktan iyidir.” dedim. “Sen öyle diyorsan öyledir.” karşılığını vererek tezgâha geçti tekrar. Ben de çayımı yudumlayıp asıl meseleme geçtim.

Aklım gidip gelip askerlik arkadaşına takılıyordu. Aklıma düştüğü o andan beri sanki içimden bir ses ısrarla sonunda onu bulduğumu ve artık aramayı bırakmam gerektiğini fısıldayıp duruyordu. Kalbim ve diğer bütün duygularımla bu sesi dinlemeye meyilliydim ama işte şu akıl denen inatçı rakip... İçimdeki ses her yükseldiğinde karşısına çıkıp bir yerden bir şekilde teyit etmeden emin olamazsın diyerek çıkışıyor, beni iki arada bırakıyordu. Vücudum şu an bir savaş alanına dönüşmüştü. Soğukla sıcağın, duyguyla mantığın savaşı. İç içe iki savaş. Bazen birbirine karışan, yönünü şaşıran ve nerede biteceğini bir türlü kestiremediğim bir savaş... İçimde bu çatışmalar yaşanırken yüzümde diğer bütün zamanların aksine en ufak bir telaş emaresi yoktu. Çocuğunun yaramazlığını kanıksamış bir annenin onu kendi haline bırakıp olacaklar hakkında en ufak bir endişe duymadığı zamanki bir sakinlik vardı üstümde.

“Abi çayını tazeleyeyim mi?” diyen kalfanın sesi böldü düşüncelerimi. Karnımın acıktığını hissettim bir anda. “Yok.” dedim, “Sen bir çorba bul bana. Mümkünse mercimek olsun.” Tamam demesiyle kapıdan fırlaması bir oldu. Aklım bu sefer onun kapıdan çıkarken arkasında ona yetişmeye çalışan önlüğüne takıldı bu sefer. Bir süper kahramanın rüzgârda uçuşan pelerinin andıran bu bordo bez parçasının ona hakikaten bir süper kahraman duygusu verip vermediğin merak ettim. Birazdan çorba tasıyla içeri girdiğinde bu sefer daha bir dikkat kesildim önlüğüne. Kendi şehrinin plakasını yazdırmıştı cep bölümüne. Altında da yine onu öven bir söz... Sonra bu kadar yerde yenilgiye uğrayan soğuğun şehri nasıl mağlup ettiğini anlamaya başladım. Yarım insanların şehriydi işte burası. Şu kalfa gibi milyonlarca insan yarısı bu şehirde, diğer yarısı başka şehirde yaşıyordu. Ne bu şehre ısınıyorlardı ne o şehirlerden kopabiliyorlardı. İşte soğuk onların bu zaaflarından yararlanıp bu küçük yenilgileri çarçabuk telafi ediyor, nihayetinde yine galip geliyordu. Ya da bilmiyorum, saçmalıyordum belki de. Belki de hiç alakası yoktu bu galibiyetin insanlarla.

Çorbam bitince bir kuşburnu daha isteyip telefonumu çıkardım. Cüneyt’i aradım. Sormuş olmak için sorduğu bütün soruları dinleyip cevapsız bıraktıktan sonra Turan’ın Zonguldak’taki askerlik arkadaşından bahsedip haberi olup olmadığını, varsa telefon numarasını bilip bilmediğini sordum. “Bir yerde olacaktı, ben sana dönerim iki dakikaya.” diyerek kapattı telefonu. Çaycı kalfa yine benimle sohbete girmeye çalıştı ama Cüneyt’le konuşmak beni gerdiği için soğuk davrandım biraz çocuğa. Sonra yine soğuğun galibiyeti meselesine takıldım. İşte ben de onun tarafına geçmiştim bir anda. Üstelik gürül gürül yanan bir sobanın başında... Şimdi nasıl galip gelmesindi soğuk... Nasıl kasıp kavurmasındı bu koca şehri... Bereket versin, gelen mesaj aldı beni bu düşüncenin pençesinden. Yoksa bunun saatler sürmesi işten bile değildi.

Cüneyt aramaya lüzum görmemiş, mesaj olarak atmıştı telefon numarasını. Takmasına takardım ama şimdi uğraşacak vakit değildi. Numarayı aradım. Uzun uzun çaldı ama açan olmadı. Bir beş dakika bekleyip tekrar aradım. Yine açan olmadı. Beş dakika daha bekleyip üçüncü defa aradığımdaysa meşgule attı. Bu bana daha bir cesaret verdi. Dördüncüye aradım ama bu sefer ulaşılamıyor anonsuyla karşılaştım. İşte bu kesin Turan’dı. Ama yabancı numaraları açmayan biri de olabilirdi. Tam yine yersiz düşüncelere dalacaktım ki bir mesaj geldi. O numaraydı.

“Bir rahat bırakın beni ya, hiç mi kurtuluş yok sizden?”

“Olmaz mı...” dedim içimden, “Olmaz mı? Şimdi ne halt yiyorsan ye bakalım.”

Çay ve çorbanın parasını bırakıp kalan bütün bozuklukları da bahşiş kutusuna attım. Kolay gelsin diyerek bordo önlüklü kalfaya, dışarıda beni bekleyen soğuğun kollarına attım kendimi.