Koşuyorum.


Salınmış saçlarımın, köklerini unutarak "özgürlük" zannettikleri savruluşlarına kendimi bildiğimden acıyarak, oksijenin sanki deldikçe daha da deldiği gözeneklerime hücum eden rüzgarı ve bu rüzgarın da tek bir kıvılcımı harlayıp sanki küresel yangına dönüştürüşünü söndürmeyerek, gelecekleri ve gelmeyecekleri içimde düğümlenen bir halata bağlayarak koşuyorum.


Nereden geldiğimi ve nereye koştuğumu bilmeden, arafta sürüklenmektense cehenneme bile razı oluşumu reddetmeden, rüyalarımda azap dahi göremeyecek kadar derinlere yüzemeden, anlamsız bir boşluğun içinde ''öz''ü bulamadan ve hatta ''o''na yaklaşamadan koşuyorum.


Yolumu bulamayacağımı bile bile bir yol arayarak, sonu ta en başından bilinen anlamsız yolculuğa "kısmet" adını verip aptallaştıkça aptallaşarak, unutarak ve boşluğuma birkaç eşyayı sığdıracak kadar kendime aşağılık bir muamele göstererek, hiçliği hatırlayıp ''şey''e ulaşacağıma inandığımı zannederek koşuyorum.


Öfkeden kararmış bakışlarımın üzerine pembe ipekten örtüler serip, ağlasam kan çanağına dönecek gözlerimi dünyadan gizleyip, bedenimin daha da küçülüp yok olmasını isterken aslında şiştikçe şişerek "dünya olmayı" aklıma arsızca getirip, sonra da yaptığım ve yapmadığım her hamleme sessizlikle küfredip de duruyorum.


Durduktan sonra koşmuyorum; çekiliyor ya da itiliyorum. İnsan, gururuna yenilen bir varlık. Ben size koştuğumu söylüyorum.