Artık kararmış denizden gelen
rüzgâr, hem sigarama ortak olmuş
hem de gözlerimi yakmıştı. Bugünün
ağırlığından kurtulmaya çalışıyordum.
Yarın yine aynı döngü. Bir delik
açıp nasıl çıkabilirdim bu tekdüze,
kokuşmuş, yekpare ve teneffüs
edemediğim havaların ortamından?
-Bir çırpıda atmak hepsini. Hep
konuşuyor birileri. - Nasıl bu hale
geldim? Yazılar yazıyor, gelecekten
kaygı duyuyor ama düzelebileceğini
umuyordum. Sanırım gözden
kaçırdığım bir anlık ama sindire
sindire gelen olay yıkımları beni bu
hale getirdi. Ne zaman isteklerimin
peşinde koşsam, dünyanın hep bana
gard aldığını hissederdim. Kendimi bu
kadar önemsiyor olmama gülerek
aşağılardım kendimi. Bu nasıl bir
öğreti? Belki de sorgulamam gereksiz,
yine de sorguluyorum. Yine yazılar
yazıyorum ve artık dünyanın gard
alışları karşısında apışıp kalmıyorum.
Bir yol çizmek istiyorum. Şu sahil
boyu uzanan yol gibi. Sol yanım
ağaç, sağ yanım deniz. Ortasında
bisiklet süren ve yürüyüş yapan
insanlar. Onlardan biriyim. Derin,
rahatlatıcı bir nefes alıyorum. Sonra
hayatın gerçeklerini öne sürerek
attığım adımların gülünçlüğünü bana
anlatmak için çırpınan, saldırgan
ağızları hatırladım. Gerçeklikten
biraz daha tiksindim. Şu an her şeyin
dışında o sahil yolunun sonunda
oturmuş inancımı sorguluyorum.
Hızlıca akan zamanın verdiği telaşla
birleşip minyatür bir canavar olarak
karşımda duran bu sorgulama süreci
sona erdiğinde hep aynı sonuca mı
ulaşacağım? Düşünceler hep aynı,
kişiler değişiyor. "Hayale kapılma,
bizimle ol." Anlamı şu: "Benliğinin
sırları gizli kalsın, bizim gibi ol."
Kanım çekildi. Bu fikri iyice düşünüp
ona hayat vermeyi bırakmak
istedim. Zira artık her şeyin başı
olan yalnızlığımlayım ve benliğimin
keşfedilmeyi bekleyen sırlarıyla beraber
sahilin keşfini çıkarmaktayım.
Sınırlar vardı. Kim tarafından
çizildiği bilinmeyen, hayati
öneme sahip sınırlar. Bu sınırları
aşmaya çalışırsa kişi, dışlanır ve
ötekileştirilirdi. Kasabanın lanetiydi
bu, hayalperestlerin içine işleyen.
Doğası gereği bu sınırları aşmak
zorunda olup da bu eylemin yol açtığı
sıkışmışlık döngüsünü kıramayan
bireyler, en sonunda aramaktan
vazgeçerler. Vazgeçemeyenler ise - her
şey zorunludur burada - inatlarının
kurbanı olarak o meçhul hissin
içlerini kaplayacağı günü beklerlerdi.
Boşa mıydı? O bilinmeyen, bir gün
bir tanıma kavuşamayacak mı?
Düşüncelerimin hayatımda yeri yoktu.
İki ayrı dünya vardı elimde: Birisi
gerekli olan, içinde çözümler hariç her
şeyi - karmaşa, kaos, geçici rahatlama
seansları, buna bağımlı hale getirme
eğilimi - barındıran gerçek dünya.
Diğeri gereksiz görülen, çözümlere
ulaşmanın kolay olduğu ve içinde
olmak istediğim dünya. Neden böyle bir ikilik yarattım? - Bunu ben yaptım. Hayır,
ben sadece var olanı ortaya çıkardım,
zira göz ardı edemezdim. - Gerçek
değildim sanki. Beden önemsizdi.
Arkasında ne vardı? Sorusuz
cevaplarım, cevapsız sorularım vardı.
O imgesel sınırları aşmaya çalışmış
olmanın bir karşılığıydı bu. Kendim
olmanın bedelini böyle ödüyordum.
Garip bir dönemdi. Arkadaşlıkların
laçkalaştığı, aile ilişkilerinin
iyice çıkmaza girdiği, duyguların
karmaşıklaştığı en sonunda da hepsini
kaybettiğim bir dönem. Bu denli bir
yıkım beklemiyordum. Fakat herkes
halinden memnun görünüyordu. Bu
kayıtsızlığı aklım almadı. Her şeye
alışıyorlardı. Toplum, bir bukalemun
gibiydi. Ama başka şansları var mıydı?
Yaşayabilmek için bu gerekliydi.
Kimse kendi sonunda parmak izi
olsun istemezdi. Sıyrıldım ben de
aralarından. Olaylara kafa yormadım,
her şeyi o anda bıraktım. Geçmişten
koptum. Bana çirkin gelen her şeyden
uzaklaşıp, biraz daha gömüldüm içime. Sözünü ettiğim o kayıp yanımı arıyorum, bu kaybın nedenlerini umursamadan.
Neden böyle bir yazı yazıyorum? Bunları aşmanın başka bir yolunu bulamadım çünkü. Kendime itiraf etmeliyim, korkmadan.
İşte böyle düşüncelerden doğan sorulara cevap bulabileceğimi sanıp - bu saflıktan başka bir şey değil - bu sorular içinde boğuluyordum bir gün nefes almayı umarak.
Sorunlar, görmezden geldikçe
kişiyi esir ediyordu. Bu kötücüllüğün
boyutlarını tam olarak gözler önüne
serseydim "Bu kadarı da fazla!"
diye bana çıkışır hatta beni abartmakla
suçlardınız. "Neden? Peki ama
neden?" Hayatın acımasızlığı buna
bir cevap mı? Neden kendime uzak
hissediyorum? Arada ne var? Ortadan
kaldırmaya çalışıyorum. Fakat bu
anlaşılmaz bir durum sanırım.
Toplumun bu anlayışsızlığı, bana bu
dünyada yerim yokmuş gibi hissettirdi.
Çıkarlarına alet olmalıydım - maddi
ve manevi -. Yoksa bir hiçtim. Peki
toplumdan bu kadar izoleyken - pek
hümanist olduğumu söyleyemem -
nasıl bu denli etkilenebiliyorum?
Tamamıyla sıyrılmak mümkün değil,
eğer yaşıyorsan onu hissetmekten
başka çaren yok. Bu ardı arkası
kesilmeyen soruları bir kenara
bırakıp, herhangi başka bir kimliğe
bürünmeden bir anlam kazanmak
için çabalıyorum. Anlamım yok mu?
Bahsettiğim şey düşüncelerim ile
hayatımın eşdeğer olması. Söz gelimi
düşünceler engin ve zirvedeyken
hayatımı en dipte yaşıyorsam, ben o
aradaki boşlukta boğuluyorumdur.
Mekân algımı yitirip bu
düşüncelerle oyalanmak, anı
ıskalamak... Aradığım şeyin anda gizli
olduğunu fark etmemle - farkındalıklar
can yakar - kabaran öfkem de susunca
en sonunda uyandı his. Şimdi
rüzgârı ve yüzüme vuran ıslak kum
tanelerini hissedebiliyorum.Boyun
eğdim bu güzelliğe. Hayatı tümüyle
reddetmiştim. Ama hayat, bana
sunulandan fazlası - veya azı ama
daha farklı - ve ben onun varlığını
ancak yalnız olduğum anlarda
hissedebiliyordum. Ama şimdi bu
etrafımda gezen insanlari samimiyet
içinde görebiliyorum.
.Soyutluk içinde yüzüyorum. Gerçeklik
çemberinin çok dışında hissediyorken
aslında içindeyim onun. Belli
belirsiz bir silüet olarak o çemberin
tam ortasındayım ama soyut, uzak
ve alakasızım. Kendi gerçeğimi
tanıyorum. Onlarınkine yabancıyım.
Kasıtlı bir yabancılık bu. Anlamayı
reddediyorum. Çünkü anlamak;
kaybolmak, onlardan olmak demek.
Bir çözüme kavuşturamayacağımı
biliyorum. Boşuna gücümü
tüketmek istemem. Somut adımlar
atmak istiyorum. Yeni bir ilişkiye
başlamak,- karmaşıklaşmayacak bir
ilişki, ama bu isteğimle karmaşık hale
geldi bile - yeni bir şehre taşınmak,
yeni bir işe koyulmak, bir şeyler için
dünden daha azimli çalışmak gibi
canlı hissettirecek eylemler. Ve bunu
hep sürdürebilmek. Bugün bunu
başarabiliyorum. Kayıplarımı göz
ardı edip ne kazanacağımı da çok
önemsemeden yapmak istediklerim
için bir fırsat yaratabiliyorum. Soyut
bir zafer.
Bu bahsettiklerim bugün şüphesiz
ki aceleci tavrıma sebep. Geç
kalmışlık hissi. Kendine yetememek,
potansiyeline karşılık gelememek.
Bunları da üzerimdeki yılgınlığı
atmamla aşabileceğimi düşünüyorum.
Yoksa anlamı yok bu kayboluşun.
Bugün ne yapıyorum? Çabalıyorum.
Kendimle daha uyumlu ve daha
yakınım. Ama bu durum çok sık
değişiklik gösterebiliyor.Her neyse…
Otobüsten indim. Otogarda bir şeyler
içmek için güzel bir yer aradım. Biraz
yürüdükten sonra önüme çıkan ilk
kahvehaneye oturdum. Biraz zaman
geçince bir taksiye atlayıp herhangi
bir otele gidip orda sabahı ettim. Şehri
tanımak için iki gün süre verdiler.
Herhangi bir sokaktan geçip caddeye
doğru yürüdüm. Caddenin ortası boş,
geniş bir alan, karşılıklı banklar var,
sol tarafında tramvay, tramvayın ardı
deniz, denize ulaşmak için bayağı bir
yürümeniz gerekiyor, sağ tarafında
yanı sıra kafeler, üst geçidin dibinde
çorap satan esmer bir adam, para
bozdurup dükkâna geri dönmek
üzere koşuşturan bir çalışan, İngilizce
kursundan çıkan öğrenciler, sağa
sola koşuşturan, üst geçitten inen
ve onu tırmanan insanlar. Tepedeki
kavurucu güneş bana tüm bunları
bir serapmış gibi düşündürdü. Ama
gerçekti, en az benim kadar. Var
olma çabam kadar. Ben de diğer
insanlara katıldım. Bir yerde oturup
bir şeyler yedim. Başka bir yere geçip
bir şeyler içtim.Ama içimde gün
boyu yapmayı ertelediğim bir şeyin
sızısını hissettim. Onu düşünmedim ama varlığını göz ardı da edemedim.
İkinci gün kiralık bir ev bakındım. Acilen bir yere yerleşmem lazımdı, bu ev iyiydi şimdilik. Biraz dağınık, dersiz topsuz fakat yeni bir yer bulana kadar burada kalabilirdim. Eşyaları eski püskü fakat rahatsız etmedi beni. Ev geçmişle bugün arasında kalmış gibiydi. Cansız duvarlar, yıpranmış eşyalar... Ama bir canlılığı vardı.
Dışarıdan gelen martı ve tramvay
sesleri de daha canlı kılıyordu evi.
Belki ufak bir düzenlemeyle burada
kalabilirim. Evi bu kadar çabuk
bulmama şaşıyorum zaten.
Biraz sahile inmek icin dışarı çıktım.
Apartman cok dar, ışıksız ve havasızdı.
Bu dik, kısa merdivenler neyin
simgesi olabilir diye düşündüm.
Akşam olmuştu. Dışarısı yine
alabildiğince insan dolu. Sahile
yaklaştıkça kalabalık azalmaya
başladı. On, on beş dakika dikine
yürüdüm. Sahil karşımdaydı, kötü
kokuyordu. Güzel bir havası olacağını
düşünmüştüm. Hayalperestliğimle
alay edildiği düşüncesi hâkim
oldukça koku artmaya başladı. Bu
düşünceden sıyrıldım. Buranın sahili
cidden kötüydü. En azından bu
yakası hiç de iç açıcı değildi. Burada
fazla durmadım. Biraz yol boyu
yürüdüm. Eski bir arkadaşımla yolda
karşılaşınca gizlemeye çalıştığım
şey açığa çıktı. Beni gördüğüne çok
şaşırmış, hiç beklemiyormuş. Neden
burada olduğumu sordu, buraya yeni
atandığımı, artık hep burada olacağımı
söyledim gülerek. Çok sevindi. Yeni
işim hakkında bildiği kadarıyla bir
şeyler anlatmaya çalıştı. Tasdikledim.
Tekrar beni gördüğüne cok sevindiğini,
sonra muhakkak görüşmek istediğini
söyledi. "Memnuniyetle" dedim.
Ayrıldık. Onu gördüğüme ben de
şaşırmıştım. Bekliyordum gerçi. Belki
ben birkaç gün sonra ona ulaşırdım -bu
kurduğum ufak çaplı gösteriyle
çelişen bir eylem olurdu-. Biraz da
üzüldüm onu gördüğüme. Yalanım
ortaya çıkmıştı. Berbat hissediyordum,
kendimden nefret ediyordum. Daha
önce gelmiştim buraya, burayı da
kirletmişti o yıllar. Bu yıllar temizler
mi peki? Gün, temize çıkarır mı
geçmişi? Bu soruyu sorunca içimde
bir umut yeşerdi. Öfkem azaldı. Acemi
tavrıma güldüm. Hafifledim. Kötü koku
bir anda yok oldu. Artık buranın yerlisi
gibi yaşayabilirdim. Kendimi bu kadar
adice bir oyundan ötürü kısıtlayışım
kısa sürmüştü, bu iyiydi.