Tenha sokaklar, köşebaşındaki büfe kaldırımda yatan sarman kedi, hepsini tanıyordum. Tanıdıklığın içindeki yabancılaşmayı yaşıyordum. Bildiğim tüm cevaplar bilinmeyenli denklemlere dönüşüyordu ki benim matematiğim düşünülenden çok kötüydü. Hep yanlış olana değer verir, sonra da işin içinden çıkamadan matematikten soğur, kitabın kapağını kapatırdım.

Tamam, baştan başlıyoruz. Her zamanki gibi bir gündü. Yani aslına bakarsanız bana tam olarak aynı görünmüştü. Sabah kalktım şimdi anlatamayacağım işlerimi hallettim, Tekir ile Bekir'in yemlerini yeniledim -onlar benim kuşlarım ve neden kedi ismi koyduğumu sizinle tartışmayacağım- anahtarımı çantama attım ve evet, çantamı tabii ki yatak odasından almayı unutmadım. Kapının önünde çantamı tekrar kontrol ettim, almam gereken ıvır zıvırları almıştım. Bir an durup anahtarı ne yaptığımı hatırlamaya çalıştım ama baktığımda çantamda yoktu, ufak çaplı bir telaş ve kapıda sarkan fare figüründen sonra kendime gelmiş, kapımı kilitleyip çıkmıştım evden. Tam tamına 22 adım ve sokaktayım. Hayır, delirmedim, bu benim kendimce oynadığım bir oyun. Nedense hep 22. adımda sokağa çıkmış, 22. adımda da eve girmiş oluyorum. İlginç! Bir sokak ötede olan durağa yürürken sokakların ıssızlığı beni rahatlatıyordu. Gereksiz en ufak muhabbete girmeden hayatımda ilerleyen insanlar bana bazen dolu otobüste nefes almak için yapılan kafayı yukarı kaldırma refleksi gibi hissettirse de çoğu zaman tanıdık simaların gereksiz muhabbetten kaçıyordum. Tamam, evet evet, çok uzun bir cümle oldu, fazla ayrıntılı, kabul ediyorum. Kimisine göre çenemin düşük olmasından kaynaklanan bu durum; aslında benim fazla ayrıntılı bir gözlem yeteneğimin olmasından kaynaklanıyor, bunu biliyorsun. 

Biraz karışık duygular içerisindeyim. Olayları kimi zaman başa sarıyorum tekrar anlamlandırmak ve bazı şeyleri sıralamak için, bilirsin işte, sıralarsın ya, iyi-kötü-orta, onun gibi. Bunu yaparken bir şey fark ettim kendimde: Bazen olayları ya tam hatırlayamadım ya da aklımdan hiç gitmeden aynı sahne döndü durdu. Aynı sahnenin sürekli tekrar etmesinden dolayı bu sefer diğerine odaklanamadım. Biliyorum biliyorum, sakin olmalı ve olay kötü ise onu orada bırakmalıyım falan filan. Bunları ben de biliyorum. Peki beynime bunları bildiğimi nasıl kanıtlayabilirim? Beynim bunları sürekli benim önüme getirdiğinde sıkıntı yok, ben dile getirdiğimde kötü olayları düşünme felsefesi. 

Bazen ormanımın filizlerini sulayacak gücü kendimde bulamıyorum. İstiyorum ki ormanımın üstüne yağmur yağsın. Başka ormanlara bakmaktan, başka ormanları sulamaktan kendi ormanımı yeterince besleyemiyorum. Bir otobüs koltuğunda belki de en son düşünülecek duyguları paylaşıyorum cama yansıyan aksimle. Bana nasıl cevap verirdi acaba? Beni kınar mıydı, yoksa bağrına mı basardı? Beynimin nasıl çalıştığı hakkında çok konuşacağını zannetmiyorum çünkü ikimiz de onun nasıl bir yapıya sahip olduğunu yakından görüyoruz. Ben iniyorum şekerim, bugünlük bu kadar! 

Çalıştığım yere ilk girdiğimde hissettiğim tüm duyguları geride bıraktım her zamanki gibi. Burada yeni bir benlik karşıladı beni. Kendinden memnun, geleceğe umut dolu idealist bir insan. Zamanın kendi içindeki bükülmesinden mi yoksa yeni benliğin oyunundan mı bilmem çalışırken zaman daha hızlı akar benim için. Çıktığımda eski benlik beni tekrar yakalar. Aramızda oynadığımız ebeleme oyununu her iş çıkışında kaybederim. 

Otobüs durağına geldiğimde eksik bir şeyin varlığını hissettim. Ama neyin eksik olduğu konusunda çok da bilgim yoktu. Adımlarım, beni otobüse binene kadar eşlik etti. Demire tutundum. Yanımdan geçen insanlar demire tutunmama rağmen beni sarstı. Bu sefer iki elimle tuttum ne kadar sıkı tutarsam o kadar sağlam olurdum ve kimse beni sarsamaz ve ben düşme tehlikesi atlatmadan eve gelmiş olurdum. Dediğim gibi oldu, birkaç darbe girişimine rağmen demire sarıldım ve bırakmadım, ineceğim durağa geldiğimde otobüstekiler içlerindeki tüm kötülüğün sebebi benimle birlikte inecekmiş gibi hissetmiş olmalılar ki bana, kapıya kadarki yolu Musa'nın denizi ikiye bölmesi gibi bölerek yol açtılar. Üzgünüm, ben hörgücümde sadece kendi kötülüğümü taşıyorum diye tabii ki demedim, yani otobüsten inene kadar... Gerçi onlar da kapı kapandıktan sonra bir kişinin eksilmesinin verdiği rahatlamayla yollarına devam edeceklerdi. Yürürken bir yandan da düşünmeye başladım. Neyi kaybetmiştim, neyi aramaya başlamalıydım? Eksik dediğim şey tam olarak neydi? Bir hacmi ve kütlesi var mıydı, yoksa her ki gibi düşünüp sonra düşündüklerimi mi unutmuştum? Bu saatten sonra sakin olmak pek işime yaramadı, ben de ayaklarımın sözünü dinledim ve onlar nereye gidiyorsa oraya gittim. Issız, sokağın köşesinde görünen büfe kaldırımında yatan sarman kedi; bana bir şeyin eksik olduğunu tekrar hatırlattı. Ama neyin eksik olduğunu çözemedim. Apartmanın önünde durduğumda bu sefer dilim, ben demeden saymaya başladı. Bir, iki, üç... Yirmi iki ve karşımda kapı. Kapı varsa anahtarda vardır diyerek çantamı kurcaladım, tabii ki çalıştığım yerden çantamı almayı unutmadım ama anahtarı bulamadım. Ufak bir telaş kısa bir panik ataktan sonra kapıda sarkan kedi figürü beni rahatlattı ve içeri girdim.

"Teşekkür ederim Ayla."

"Ayla mı, Ayla da kim, ben Deniz'im." 

"Ah! Özür dilerim Deniz, sanırım ben günün yorgunluğuyla isimleri karıştırdım. Bugün anlattıkların için teşekkürler. Tekrar beklerim, bugün olanları bana anlatmayı unutma."

"Deniz'i odasına götürün lütfen!"

"Deniz mi? Bu buraya geleli kendine koyduğu sekizinci isim. Yeni bir isim alması arasındaki zaman farkı gittikçe azalıyor." 

"Farenin kedi olduğunu fark ettin mi?"

"Evet. Sarman kediden iki kere bahsedince bazı şeylerin düzeldiğine inanmaya başlamıştım."

"ilk geldiği günü hatırlıyor musun? " "Kişiliğimi kaybettim." diye gelmişti. Yazık! daha da genç."

"Öyle yazık!"