Rengi sarıya çalan yaprakların, yağmurdan kirlenmiş, kenarındaki macunları sararmış on yıllık cama değmesi ile çıkan hışırtı sesine uyandı. Mavi çiçek desenli yatağında doğrulup üzerindeki pikeyi kaldırdı. Yerdeki kilimin üzerine ayaklarını tam koyacaktı ki kirli camdan hare şeklinde güneş ışınları yüzüne vurduğunu fark etti. Pencereye doğru dönüp, ‘’ne güzel bir sonbahar günü!’’ diye aklından geçirdi. Annesinden kalma iki katlı bu evde yalnız yaşıyordu. Ayaklarını kilimin üzerine koyup ayağa kalktığında, kilimin altındaki iki sıra tahta gıcırdamaya başladı. ‘’Eh! Tabii! Anneme de dedesinden kalan bu ev, kim bilir hangi olaylara şahitlik etmişti. Kaç nesile çatı olmuştu bu ev? Benden kime kalacak acaba?’’ diye düşündü. Teyzesinin, henüz evlenmemişken yattığı, şimdi ise kendisinin yattığı bu yatağın karşısındaki cilası akmış eski ahşap çalışma masasına doğru yöneldi. Kırmızı gül desenli sürahiye ve su bardağına elini uzattı. Suyu bardağa doldururken, ‘’ne güzel bir takım! Takım mı ki? Hadi takım olsun. Geriye kalan bardaklar nerede acaba? Kesin dayım kırmıştır. Anneannem de bir güzel paylamıştır dayımı. Ah yaramaz dayım!’’ diye geçirdi aklından. İnce dudaklarında tebessüm belirdi. Arkadaşları, kendisine sinsi lakabını takmışlardı. Dudakları ince olanlar çok sinsi insanlar olurmuş. Hep öyle derlerdi. Nazlı bu düşüncelerinden ayağının üstüne düşen su damlalarıyla sıyrıldı. ‘’Ay! Yine daldım. Bu dalıp gitmeler ne olacak böyle!’’ diye söylenirken hâlâ sürahiden suyun aktığını fark etmemişti. El çabukluğu ile sürahiyi masanın üzerine koyup mutfağa koştu. Mutfak, birinci katta giriş kapısının hemen karşısında yer alıyordu. Geçen hafta Mehmet Usta’ya cilalattığı merdivenler onun emeline hizmet etti. Islanmış ayakları ile merdivenlerden hızlıca inip odasındaki çalışma masasını ve yeri silmek için mutfağa kâğıt havlu almaya giderken Nazlı dengesini kaybetti. Düşmemek için sağ eli ile merdivenin trabzanından tutmaya çalıştı. Çabası boşa çıkan Nazlı, kendisini merdivenin dibinde buldu. Düşmenin etkisi ile bacakları incinmiş üstüne bir de elini burkmuştu. ‘’Oysa ne güzel başlamıştı gün! Yaprak hışırtısı, dün gece yağmış yağmurun toprakta bıraktığı koku, güneşin odama kadar gelip selam vermesi… Gün güzel başlamamış mıydı? Ne oldu bu güne?’’ diye düşündü. Düştüğü yerden bir süre kalkmamakta ısrarlıydı. Az da olsa dinlenmeli ve gücünü toparlamalıydı. Peki ya ıslanan masa? Islanan seksen senelik tahtalar? Bacakları ağrıyorken, sağ eli burkulmuşken bunlar pek de önemli değildi ona göre. 

Gözlerinin önüne düşmüş kızıl saçlarını, sol eliyle kulaklarının arkasına attı. Şimdi önünü daha net görüyordu. O esnada, yerdeki iki tahtanın arasının açılmış olduğunu fark etti. Tahtaların arasında kırmızı, insan kalbine benzer bir cisim vardı. Gördüğü cismin ne olduğunu anlayabilmek için yere eğildi. Ancak siyah çerçeveli gözlüklerini odasında unutmuştu. Çok ileri seviye olmasa da astigmatı vardı. Gözlükleri olmadan pek göremezdi. Daha net görebilmek için aralığa iyice eğildi. Yine göremedi. Gördüğü tek şey kırmızı, yükselip alçalan ve insan kalbine benzer bir cisimdi. Ancak, gözlükleri yanında olmadığı için bu yorumuna güvenmedi. Başını sağa çevirip sol kulağını aralığa dayadı. Duyduğu ses karşısında irkildi. Hemen doğruldu ve elini kalbine koydu. Kalbi atmıyordu. ‘’Benim kalbime ne oldu? Nereye gider? Kalbim yerinde yoksa ben nasıl burada merdivenin dibinde oturabiliyorum? Bir insan kalpsiz nasıl yaşar?’’ Küçücük burun delikleri hızlıca açılıp kapanmaya başladı. Ardından, ‘’Dün gece uyumadan önce Gammaz Yüreği okudum. Keşke okumasaydım! Düştüğüm yerde, hikâyedeki kalbi göreceğimi nereden bilebilirdim ki! Dur! Bu hikâyedeki kalp mi? Yoksa…Aman Allahım! Bu benim kalbim olmasın?!’’ diye düşünerek daha da panikledi. Gözlerini kapatıp içinden on beşe kadar saymaya başladı. Böyle bir takıntısı vardı. Gözlerini kapatıp içinden on beşe kadar saymadan yaşadığı kötü anların geçmeyeceğini düşünürdü. Her bir rakamı sayıyı ettiğinde, hikâyenin baş karakteri cesedi parçalara ayırıyordu. Nazlı, bu kıyıma daha fazla dayanamadı. Ancak ona kadar sayabildi. Gözlerini açtı. Kırmızı hareler görmeye başlayan Nazlı, gözlerini ovalarsa geçeceğini düşünmüş olacak ki önce sol eliyle sağ gözünü sonra sol gözünü kaşıdı. Ardından gözlerini hızlıca açıp kapattı. Hâlâ yerde oturuyordu. Üstünde oturduğu tahtalar artık canını yakmaya başlamıştı. Etrafını hâlâ net göremeyen Nazlı, bir kedinin miyavladığını duydu. Ses çok uzaktan gelmiyordu. Çok kaşımaktan buğulanmış gözlerini sesin geldiği yöne doğru çevirdi. Ses, az önce kalbin attığı yerden, iki tahtanın arasından geliyordu. Biraz daha öne eğildi. Önce, burnuna kesif bir çürümüş et kokusu geldi. Ardından, tam önünde, tahtaların üzerinde boylu boyunca uzanan, hamam böceklerinin üzerinde dolaştığı ortadan ikiye yarılmış bir kedi cesedi gördü. Ayaklarında ve sağ elinde hissettiği acıyı unutarak birden ayağa kalktı. Sol elini burnuna götürdü. Cesedin kokusu iyice yoğunlaşmıştı. Havaya yükselen koku, sarıya çalan rengi ile mutfağa doğru süzülmeye başladı. 

Nazlı’nın incecik bedeni titremeye başladı. ‘’Bu nasıl olur! Minnoş! Yavrucuğum! Seni kim bu hâle getirdi? Bunu kim yaptı sana?!’’ diye haykırmaya başladı. Sesi, evin tüm duvarlarında yankılanıyordu. ‘’Kim neden sana böyle bir şey yapsın! Yün topu ile sağa sola koşturan, kendi kuyruğunu yakalayamayınca sinirlenen minik kuzumdun. Kimseye zararın dokunmazdı. Ahh!! Kuzum!’’ diye ağlamaya başladı. Zayıf yanaklarından süzülen gözyaşları, kedinin cesedinin üzerine düştü. Kızgın yağa dökülen suyun çıkardığı ses gibi bir sesin bütün evde yankılanmasıyla hamam böcekleri sağa sola kaçıştı. Bugün berbat bir gündü.