Günün birinde iri yapılı fakat küçük yaşlı sarman bir kedi, kırmızı ve on katlı bir apartmanın dokuzuncu katındaki dairesinin yangın merdiveni ile kesişik balkonuna çıktı. Yeşil ve dikine tüm binayı kesen, dik çubuklu yangın merdivenine açılan bir kapı bulunuyordu; kapalıydı. Kedi, balkon korkuluklarının üstüne ustaca bir atlayış yaptı ve demir çubukların arasından, belki ela gözleriyle arkasına son bir kez bakarak ya aşağıya ya da yukarıya doğru salınarak gitti.

 

Hemen hemen aynı günlerde ise bir başka şey oldu. Onun da hemen ardından bir başka şey daha oldu. İlk olan neydi, ben de bilmediğim için ikinci kısımdan başlayacağız.

 

Bir adam uyandı. Daha önce hiç yapmadığı, yapamadığı değil çünkü istemiyordu zaten, bir şeyi yapmak için içinde kıvrak bir istek buldu. Yüzünü dahi yıkamadan bu isteğe öyle bir sarıldı ki yıllardır bu anı bekleyen birisi sanardınız. Saat sabahleyin dört ya da beş, mevsim kış, dışarısı hala biraz karanlıktı. Gün hemen arkasından yavaşça doğarken o, delik deşik zeminli bakımsız taşlı sahilde yürüyecek, denize doğru iştahla bakarken belki bir sigara tüttürecek, üstüne de dün sabahki kaldığı yerden başını çıkaran güneşin, sırtına vereceği yavaşça ama kucaklayıcı sıcaklığı duyumsayacaktı.

 

Güneşi her sabah ve her defa farklı bir yerinden doğurur dünya. Fakat iş bu ya, güneş parlayacak gibi oldu ve adam evine çabucak dönemeyecek kadar uzaklaştığında, bulutlar korkutucu ve uğultulu bir orkestra eşliğinde, açıktaki meydana giriş yaptı. Kabarmış göğüslerini daha da bir kabartıp sürtüşmeye başladılar. Ne yazık, adam iyice bir ıslandı.

 

Sırtına vuracağı güneşi, kemiklerinde hissedeceği sıcaklığı yoktu, sigara yakacak olsa yağmur söndürecekti ama. Deniz, kocaman deniz önümde, doyasıya bakabilirim, diye düşündü. Sonrasında titredi, derin bir nefes çekti ve söylendi: "Tuz kokuyorsun, ne güzel!"

 

Koskoca deniz hırlıyor, köpürüyor, savruluyor, çalkalanıyor, kıyılara vuruyor ve hatta şhaart diye bas bas bağırıyordu ama adam tuz kokusunu içine daha bir çekmek için gözünü kapatmış, kendini ispat etmeye çalışan denizi hiç umursamıyordu.

 

 

Ve işte aynı günün tam bu tuz koklama saatinde başka bir şey daha oldu. Deniz gitti, deniz kayboldu. Kelimenin tam anlamıyla, ortadan yok oldu. Koskoca denizin olduğu yerde dümdüz bir tarla vardı artık. Karpuz tarlası. Henüz fide biçiminde olan karpuzlar iyice bir güneşi emsin, güneşe doysun ve olgunlaşsın diye üzerlerine şerit halinde siyah naylon geçirilmişti. Fakat adam bu olayları görmedi çünkü eksilerdeki soğukta ve yağmurun altında tuz ve yosun koklamakla meşguldü. Yaptığı bu aşırı romantizm, gerçekliğin bir şehir ismi gösteren ve rüzgarda dengesizce uçan tabelasının kafasına çarpmasıyla son buldu ve bayıldı. Evet, romantizm ile birlikte adam da bayıldı! Denizin yok oluşunu ve bir karpuz tarlasına dönüşünü bu adam görsün de küçük dilini yutsun diye bekledim ayılmasını. Adamın bu şaşkınlığını, davranışlarını ve yapacağı gürültüyü bir başka öyküde kullanmak için not alacaktım ama ayılmadı.

 

Yeniden bir şey oldu. Gerçekliğin o gerçeğin ta kendisi olan mavi beyaz tabela hamlesine karşı, romantizm bir sepet dolusu, etrafa yoğun bir lavanta kokusu yayan ve tam ortalarında küçük sincapların yaşadığı, gülü gerçekliğe hediye etti. Hatta benden sonra bir sepet daha hediye etmiş diyorlar, orasını ben de tam olarak bilmiyorum. Nitekim gerçeklik bu iğrenç ve hayal üstü çiçek dolu sepeti görünce kusmak istemiyle ve romantizm ile daha fazla bir arada bulunmamak adına olmalı, bu delik deşik sahili terk etti.

 

 

İşte tam olarak bu son şeyin yüzünden (belki şey yerine olay kelimesini kullanmak daha doğru olabilirdi fakat şey içinde olaydan daha fazla olay barındırır) adam uyandığında sahilde ıslak, çamurlu ve kafası sahil gibi delik halde uyanmadı. Uyandığı yer; köklerinin konumu uzun burunlu bir ikizkenar üçgen oluşturan üç devasa gürgen ağacının yaklaşık otuz metre yukarısından birbirine direkler ve kalın tahtalar aracılığıyla çakılarak hemen üstüne oturtulmuş olduğu, çam ağacından yapılma birkaç bölümlü kahverengi ağaç evin orta ve nispeten geniş bölümüydü.

 

Adam, sandığınız gibi allak bullak bir surat ifadesi ve karman çorman bir beyinle uyanıp kalakalmadı. Gerçekliğin o sert terk edişi bu adama belki iyi belki kötü tesirler etmişti. Adam daha önce yaşadığı her şeyi hatırlıyor -delik deşik sahili ve kafasına eş olan tabelayı bile- ve buraya böylece pat diye gelişini yadırgamıyordu. Bilincin o erdemli ağırbaşlılığıyla donatılmış gibiydi. Gereksiz sorulara veya duygulara kapılmadı. Her ne anda, her ne yaşıyorsa onu kabullenmesi gerektiğinin farkındaydı. Daha doğrusu, sahiplenmesi gerektiği diyelim. Adam bu çam kokulu, küçük sobalı ve az eşi bulunan manzaralı ağaç evi sahiplendi. Daha da doğrusunu diyeceksek, yaşamayı sahiplendi diyelim.

 

 

Yine de bütün bu sahipleniş etrafı merak etmesine engel olamadı ki zaten olamazdı. Bu tamamen farklı bir konu, özür dilerim, boş verin. Kısacası adam meraklandı ve etrafı araştırmak istedi, aynı anda ise karnı guruldadı ve saatin neredeyse öğlene gelmiş olabileceğini aklından geçirdi. Kahvaltı yapmamıştı ve bir önceki günde ise akşam yemeği yememişti. Çam kokulu ağaç evin zevkle döşenmiş salonundaki küçük buzdolabıvari makinayı gördü ve tam oraya doğru yollanacaktı ki kapı çaldı.

 

   -Tak, tak! Tik!

   -Girin!

 

İçeri giren kişi bir buçuk metre boylarında, çoğunluğu beyaz, bir kısmı dairesel şekilde kahverengi ve siyahtan oluşan, yakut gözlü -yeşil ve parlak olanından- dik kulaklı, oldukça şişman ve dağınık tüylü bir kediydi. Üzerindeki tek elbise olan mutfak önlüğünün sağ arka tarafında ise kuyruğunun kabarık ve kalan kısmına göre farklı renkte (kırmızı) olan kısmı sallanıyordu.

 

"Yemeğini getirdim dostum!" diye neşeli bir haykırış patlattı. 


Hemen arkasından bu kediye göre daha küçük birer metre boyları olan; biri sade siyah, biri sade beyaz iki kedi, ellerinde tencereler olduğu halde içeriye girdi. Hoş sohbetten ve yüksek kahkahalardan sonra adam, ağaç evinin çıkış kapısına doğru yöneldi. Aşağıları, etrafı, diğerlerini görmek, herkesle tanışmak için içerisinde kavruk bir heyecan besliyordu ve heyecanı şu kısa yemek yeme ve sohbet anında iyice bir semirmişti. Adam halihazırda açık olan kapıdan, iki tarafı kalın ve açık kahverengi halatı, ortasında ahşaptan ayaklığı ile bu evin dışarı ile iletişimini sağlayan merdivenine önce bir ayağını, sonra bir diğerini attı. İçeride kalan diğer üçüne bonkörce birkaç gülüş fırlattı. Merakını gidermeye gitti.

 

On katlı apartmanın dokuzuncu katındaki dairesinin yangın merdiveninden çıkıp giden sarman, bir daha geri dönmedi. Hatta yangın merdiveni ve sarman şöyle dursun, evin kapısından giren bir başka kimse dahi olmadı.

 

Deniz patırtılarla ama nispeten sakin bir şekilde karpuz tarlası yerine geri geldiğinde ise aynı apartmanın denize bakan kısmındaki demir yangın merdivenini, tuzlu sıçrayış ve esişlerle iyice bir paslattı. Nitekim yangın merdivenini çürüdüğü gerekçesiyle söktüler.