Burada doğmadım ama gözümü burada açmış gibiyim. Sadece çarpık kentleşme değil, aynı zamanda çarpık yoksulluk da mevcut. Alışveriş merkezleri, yüksek binalar ve büyük otellerin bulunduğu Şişli’ye bağlı burası, dışarıdan bakınca değil gibi, içeriden bakınca da pek öyle olduğu söylenemez. Kuştepe’ye her gelişimde üç şey çarpar gözüme; iç içe geçmiş ve tahrip olmuş eski evler, zinciri kopuk salıncaklar, yoksulluk. Hani şu “ghetto” dediklerinizden.
Mert, diplomalı işsizlikten garsonluğa terfi etmişti, evliydi ve bebeği ilk yaşındaydı, aynı restoranda çalışıyorduk. Gündüz hizmet ettiğimiz müşterilerden, saçma sapan kaprislerinden, hizmet bağımlılıklarından, sosyal hayatlarında göremedikleri ilgiliyi garsonlardan göreceğini bildiği için buraya gelen kodamanlardan ve kendini prenses zannedenlerden... Mert, “Bu insanlar araştırılmalı,” diyordu gülerek, “bu nezaketsizlikle, bencillikle bu yaşa kadar nasıl gelmişler? Karınları doyuyor ama ilgiye doymuyorlar.” Daha iyisini bulmayı yeğliyorduk hep, yani imkânsızı, yeğlemek Kuştepe’ye girene kadardı. Mahalleye girdikten sonra Mert sadece bakkalın ona zorluk çıkarmamasını yeğleyebilirdi, fazlası olamazdı. Evde yağ yokmuş, bebek bezinin mi yoksa yağın mı daha aciliyeti olduğunu düşünürken buldum iş arkadaşımı. Neydi onu bu düşünceye sürükleyen? Diploması, mesleği olduğu hâlde ona garsonluk yaptıran? Kafasını sallaya sallaya bir şeyler konuştu bakkalla. Biraz daha yaklaştım, “Litrelik yağ veremem Mert, hanımla bile papaz oluyoruz bu yüzden, plastik bardakta var iki liraya, neyine yetmiyor?” dediğini duydum bakkalın, Mert sevinmiş gibiydi; iki liraya yağ alabildiğine mi yoksa bebek bezine parasının yettiğine mi sevindi, bilmiyorum. Salıncakların kopan zincirleri Mert gibilerin boynundaydı, insan yoksul olunca salıncak harici her yerde sallanıyordu, her yer darağacıydı. Pazarın içinde elini bırakınca annemizi mi kaybettik yoksa bu fiyatları görünce annemiz kendini mi kaybetti, bilmiyoruz.
Her cümlemize, “emperyalizme bağlı kapitalizm” diye başlıyorduk, bitmiyordu.