Defalarca, suyun altında aldığı o derin nefesi suyun üstüne çıkıp verircesine doğruldu yattığı yerden. Elleri aynı telaşla tuttu üzerinde uyuduğu, dünyanın tüm gıcırtılarını içinde barındıran karyolasının paslanmış korkuluklarını. Aynı korkuyla açılmış fal taşı gibi gözlerini, aynı boşluğa, materyal olarak boşluk sayılmayan o “The Birth of Venus” tablosuna bakarken buldu. Bunu belki on, belki yüz, belki bin yıl hiç bitmeden yaşamış gibiydi hayat ya da hayal döngüsünde. Aynı ürkeklik ve gerçeklik olgusunun yıkımıyla koydu başını terden sırılsıklam olmuş aynı yastığa. Gözlerini tekrar tekrar kapatırken aklında aynı düşünceyle daldı o hangisinin gerçek olduğunu artık çözemediği uykusuna. “Ben ne zaman doğacağım kendi deniz kabuğumdan, tıpkı Tanrıça Venüs gibi?”

O uyku halinde ne kadar zaman geçirdiğini bilmeden uyandı sahici hayatın sabahına. Sağ tarafında duran yirmi yıldır hiç yanılmadan zamanı olduğu gibi gösteren saatine baktı. Sanırım bu sefer yanılmıştı. Gördüğü şey sabahın beşinde durmuş bir saatti. Şaşkınlıkla saatin ne zamandır çalışmadığını, yelkovanın ve akrebin o tik tak sesini ne zamandır duymadığını anımsamaya çalıştı. Hatırlayamadı. Zaten insan, gerçekleşirken farkında bile olmadığı bir olayı nasıl hatırlardı ki? Sıyrıldı düşüncesinden ve yattığı yerden doğruldu. Büyük bir savaştan çıkan savaşçının yorgunluğuyla kalktı ayağa. Ayakları ne kadar direneceği konusunda sinir sistemiyle iddialaşmış olacak ki bedeni yatağa geri çekilirken; artık hareketlenmesi ve yaşama dönmesi konusunda onu uyaran sinyaller alıyordu zihninden. Uzun zaman sonra o sinyalleri dinlemeye karar vermişti. Karar vermek denilemese de doğrusunun o olduğuna olan inancı sayesinde harekete geçmeye yönelmiş halde buldu kendini. 

Elini yüzünü yıkayıp kendine gelmek için yöneldi o fayansları kırık, duvarları rutubet kaplamış olan küçücük evinin o kocaman banyosuna. Bu banyo ona kocaman kafası olan küçük vücutlu insanları anımsatmıştı hep. Bu düşüncesini hatırladı ve dudağı gülümser gibi kıvrıldı sağ yanağına. Girdi en son ne zaman uğradığını unuttuğu banyosunun kapısından. Açtı suyu, suyun akışına dalarak yıkadı ellerini. Elleri yüzünü bulmak istercesine avcuna aldığı suyu kaldırdı. Sayamadığı kadar su çarptı yüzüne. Sanki bir damla suyun görüntüsüne hülyalar kurulan bir çölden çıkıp nehre dalmış gibi hissetmişti kendini. Kafasını kaldırdı. Göz göze geldiği kendi görüntüsüydü paslanmış lavabo musluğunun üzerindeki aynada. Ama sanki yıllar önce tesadüfen bir yerde tanışılan biri ile karşılaşmış da o yıllara dönüp gördüğü simayı çözmek istercesineydi bakışları. Sahi en son ne zaman görmüştü bu yüzü, sahici dünyada, bu sahici yansımada, tamamen kendi olduğunu bilerek? 

Adına birçok alanda birçok isim verdikleri bu düzenin içinde iki yolu vardı. Düşündü, ilki hemen o banyodan çıkıp ağır ağır karyolasına gidecek, korkulu bir uykunun kucağına kendini atacak ve neyin gerçek olduğunu anlayamadan günler geçirecekti. Diğer seçeneği ise duran saatin pillerini değiştirecek ve zamanı kendi için yeniden başlatacak, aynadaki yabancılaşmış görüntüsüne tanıdık bir soluk getirecekti. Gerçekliğin içinde, kaybolmadan gerçek kendini bulmak için savaşacak ama asla gerçek ve hayali birleştiren o ince ipten sınırın üstünde sirk cambazı gibi gezmeyecekti. Eh ikinci yolu seçme zamanı gelmişti artık. İlk yolda çok zaman kaybetmişti ama kaybettiği o zamanı düşünmek yerine, ikinci yolu kendi kendine bulabilmesi için, onun bir süreç olduğunu kabullenmişti. Her başlangıcın başka bir boyutu öldürdüğünü, her ölümün başka bir boyutu başlattığını bilerek seçtiği yeni yolun başlangıç noktasında buldu kendini. Gözlerini yatak odasındaki hayranlıkla izlediği o tabloya dikti ve artık gülümseyebilmek için bulduğu gücü, hayran olduğu o Tanrıça Venüs’e karşı kullanırken buldu. “Sanırım,” dedi “buldum kendi doğacağım kabuğu."