Röportaj: Ufuk Matara

(Galiba 2008)


Bu ay içinde Sel Yayıncılık’tan çıkan Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı, aslında 1991 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanmış ve ardından Simavi Yayınları tarafından yayınlanmıştı. Ancak, o zaman yazarının ismi Nurten Ay idi ve ödül de Nurten Ay’a verilmişti. Nurten Ay ise ne bu öykünün öncesinde ne de sonrasında başkaca bir eseri yayınlanmış olan bir sekreterdi. Kendi kitabınıza yazar olarak adını koyduğunuz Nurten Ay arkadaşınız mıydı? Uydurma bir isimle de katılabilecekken niçin gerçek bir kişinin adını kullanarak katıldınız yarışmaya?


Yazınsal bir oyun tasarlamıştım ve kimliğini kullanmama izin vererek bu oyunu gerçekleştirmekte bana yardımcı olabilecek birisini arıyordum. Nurten Ay’la bir arkadaşım aracılığıyla tanıştım. Tasarladığım oyunu ona anlattım ve katılmak isteyip istemeyeceğini sordum, o da katılmayı kabul etti. Başka bir deyişle, bu “kazara” değil, “taammüden” oynanmış bir oyundu. Ödüle gerçek bir kimliği kullanarak katılmanın, uydurma bir adla katılmaktan daha cüretkâr bir hareket olacağını düşünüyordum, o yüzden böyle yapmayı seçtim.


Ödülü kazanmayı beklemiyor muydunuz, yoksa kazanacağınızdan çok emindiniz de bu bir reklam stratejisi miydi?


Bunun bir reklam stratejisi olabileceğini düşünmenizi anlıyorum. Her şeyin maddi bir karşılığı olması gerektiğinin a priori kabulu, “çağın ruhu” diyebileceğimiz anlayışa son derece uygun ve siz de belki farkında bile olmaksızın bunu doğal sayıyor, olaya bu çerçevede bakıyorsunuz. Açık konuşmak gerekirse, böylesi bir düşünce tarzı benim yazın anlayışımla çelişir. Eğer amacım hızla başarı kazanmak olsaydı, düşünün ki, bu fırsat ayağıma gelmişti. Bu oyunu oynamama hiç gerek yoktu. Ödül kazanıldığında, yani on altı yıl önce, ortaya çıkıp gerçek yazar olduğumu açıklar, başarının üzerine oturabilirdim. Ne de olsa bu kitap benim yazın dünyasına attığım ilk adımdı. Takdir edersiniz ki, yazın dünyasına hayli prestijli sayılan bir ödülle giriş yapmak parlak bir başarı olurdu. Ama ben böyle yapmadım, susmayı yeğledim ve yıllar içinde kitaplarımı yavaş yavaş yazıp yayımlattım. Süha Oğuzertem’in birkaç yıl önce Kitap-lık’ta yayımlanan inceleme yazısından sonra, gerçeği açıklamak için elime ikinci bir fırsat geçti. Ortam buna uygundu, kitap yeniden gündeme gelmişti, “marketing” açısından doğru “timing” buydu. Ama, bildiğiniz gibi, ben suskunluğumu yine bozmadım, en başta öngördüğüm yirmi yıllık sürenin dolmasını bekledim. Eğer şimdi bu sürenin bitiminden birkaç yıl önce gerçeği açıklıyorsam, bunu “teknik bir arıza” nedeniyle yapıyorum. Buna karşılık, evet, belki size tuhaf gelebilir, hatta bunu kendini beğenmişlik olarak görebilirsiniz, ama ödülü kazanmayı bekliyordum. Yazdıklarımın değerinden o derece emindim. Tabii jürinin benimle aynı görüşü paylaşmaması olasılığı her zaman vardı, ama onların da öykülerin cazibesine kapılacaklarını, hayal meyal sezebildikleri bu oyuna katılmaktan kendilerini alamayacaklarını tahmin ediyordum. Zaten hızlı başarının pırıltısını reddedip gölgede kalmayı seçebilmemin önemli bir nedeni de iyi yazabildiğime inanmamdı. Mızrak çuvala sığmaz. Bu ödül olmasa da, yazdıklarımın bir biçimde fark edileceğine ve kitaplarımın yayımlanacağına inanıyordum. Sonuçta kendime ilişkin düşüncelerimde az çok haklı çıkmış olmak benim talihim olmalı!


Ödülü alan Nurten Ay, daha sonra pek çok röportaj da yaptı kitabın yazarı olarak. Bu süreci izlemek sizin için nasıl bir şeydi? Eğleniyor muydunuz, sinirleniyor muydunuz, pişmanlık duyuyor muydunuz?


Eğleniyordum tabii! Nurten Ay’ın yaptıklarını onaylamıyor değildim ki, niye sinirleneyim? Tersine, ona yardımcı oluyor, oyunu sürdürmesi için cesaretlendiriyordum. On altı yıl boyunca rolünü bu denli iyi oynadığı için ona çok teşekkür ederim. Şimdi dönüp bakıyorum da, böylesine zor bir rolün üstesinden gerçekten başarıyla gelmiş.


Neden bir kadını seçtiniz sahte yazar olarak ya da bir kadın ismini takma isim olarak?


Yazarla metin arasındaki uyuşmazlığı bariz hale getirmek için kadın kimliğine bürünmeyi seçtim. Amaç yalnızca insanları aldatmak değil, bunu göstere göstere yapmaktı. Öyle ki öykülerin üzerinde yeterince kafa yoran bir kişi, bütün bunların ustalıklı bir mizansen, büyük bir yutturmaca olduğunu anlayabilmeliydi.


Yazarın cinsiyetinin okurun edebiyat algısını değiştirip değiştirmediğine ilişkin bir gözleminiz oldu mu?


Haklısınız, yazarın cinsiyeti okurun algısını değiştiriyor. Sözgelimi çok sevdiğim Sevim Burak ve Tezer Özlü’yü okurkenki algım, yine hayran olduğum Hulki Aktunç ve Vüs’at O. Bener’i okurkenki algımdan çok farklıdır. (Popüler kadın ve erkek yazarlardan hiç söz etmiyorum, orada farklılık çok daha bariz hale gelir.) Yazında ayrı bir “kadın duyarlığı” olduğu düşüncesi bence de doğru ve özel olarak bu duyarlığa öykünmek amacıyla yola çıkmayan bir erkek yazarın, bu dalga boyunu yakalaması bana bir hayli zor görünür. Zaten erkek yazarların duyarlık konusunda kadın yazarlardan öğrenmeleri gereken çok şey olduğunu düşünürüm. (Tabii kadın yazarlar da erkek yazarlardan başka konularda muhakkak ki çok şey öğrenebilirler, ama bu başka bir tartışmanın konusu.) Bunun Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’yla ilişkisine gelirsek, bence bu öyküler erkek bakış açısından, erkek duyarlığıyla yazılmış öykülerdir. Dolayısıyla metin ile yazar –yani Nurten Ay– arasında bariz bir uyumsuzluk vardır. Ben bu uyumsuzluğun ve kimi diğer noktaların (örneğin öykülerin hepsi İstanbul’da geçer, oysa Nurten Ay Tuncelilidir; son öykü spesifik bir branş olan antikacılık konusunda bilgiler içerir, ama Nurten Ay’ın antika ve antikacılıkla hiçbir ilgisi yoktur vs.) çok dikkatli olmayan bir bakışla bile görülebileceğini, insanları harekete geçirip oyunu ortaya çıkarmak için çaba sarf etmeye yönelteceğini düşünüyordum. Ama tabii ki böyle olmadı. Yazınla uğraşan kişilerin bu denli ince düşüneceklerini sanmak, yalnızca benim hüsnükuruntumdu. Bu incelikler tümüyle ıskalanarak, Nurten Ay sırf bir kadın olduğu için ve belki biraz da kökeni nedeniyle, adı çevresinde gürültü koparıldı ve kitap yazınsal bir olaydan çok, basit bir gazetecilik vakası olarak görüldü. Bu, toplumumuzda yazına genel olarak nasıl yaklaşıldığını göstermesi açısından da açıklayıcıdır, sanırım.


Tam 16 yıl sonra kitabın gerçek yazarı olduğunuzu açıklamanızın nedeni neydi? Neden ve nasıl bu konuda bu kadar uzun bir süre sessiz kalabildiniz?


Buna daha önce de değinmiştim. Biraz tatsız bir konu. Yedi ay kadar önce, beklenmedik bir biçimde, beynimde büyük bir tümör olduğunu öğrendim. Birkaç gün içinde ameliyat olmam gerekiyordu. Bu hayli riskli bir ameliyattı. Tümör beynin tehlikeli bir bölgesindeydi. İşin ucunda gidip de dönmemek vardı. Dönersem de nasıl döneceğim belli değildi. Bunu bildiğim için, yayımlanmış ve yayımlanmamış yazılarımı ameliyata girmeden önce yayıncıma ve çok sevdiğim bir yazara emanet ettim. Tabii bu bağlamda onlara Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’ndan da söz etmem kaçınılmazdı. Bana bir şey olması durumunda, kişisel bibliyografyamda elbette onun da yer alması gerekiyordu. Ama sonuçta, bütün bu nahoş olasılıklara karşın, ameliyat iyi geçti, radyoterapi gördüm, iyileştim. Bu durumda açıklamanın hemen yapılması gerekmeyebilirdi. Oyunun başında, bu açıklama için yirmi yıllık bir süre öngörmüştüm. Ama şimdi, deyim yerindeyse, ok yaydan bir kez çıkmıştı. Bu aşamadan sonra oyunu sürdürmeye çalışmak anlamsız olurdu. Bu konuda nasıl bu denli uzun süre sessiz kalabildiğime gelince, zorluk bunun neresinde? İnsan ağzını açmayınca, ses de çıkmıyor, inanın!


Kitabın asıl yazarı olarak, bu durumun henüz bilinmediği süre içerisinde Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı hakkında diğer yazarlarla hiç konuştunuz mu, konuştuysanız ne tür eleştiriler yöneltildi?


Hayır, bu konuda yazın dünyasından kimseyle konuşmak kısmet olmadı. “Kısmet olmadı,” diyorum, çünkü doğrusu insanların bu konuda ne düşündüklerini öğrenmeyi isterdim. Ben birilerine gidip fikirlerini soramazdım elbette. Bu, poker oynayan köpeğin eline iyi kâğıtlar gelince kuyruğunu sallaması gibi olurdu. Ama bana gelen de olmadı. Daha sonra benim de tanıdığım kimi yazarların bu konuyu kendi aralarında tartışmış ve gerçek yazarın kim olabileceği hakkında akıl yürütmüş olduklarını işittim, ama, dediğim gibi, bu tartışmalara ben katılmadım.


İlk kitabınız, dilinize ve biçeminize ilişkin nasıl izler taşıyordu sizce? Sonraki kitaplarınıza bakarak size hiç Nurten Ay’a benzediğinizi söyleyen veya Nurten Ay’ın aslında siz olduğunuzdan kuşkulanan olmadı mı? Eğer olmadıysa bu durumu eleştirmenler açısından nasıl değerlendirmek gerekir?


Şaşıracaksınız, sima olarak Nurten Ay’la birbirimize çokça benzemeyiz! Şaka bir yana, ilk kitabımın ileride kullanacağım dil ve biçeme, imgeler ve izleklere, kısacası yazınsal tavrıma ilişkin belirgin izler taşıdığını düşünüyorum. Burada etraflı bir çözümlemeye girişmek istemem, ama dikkatli bir inceleme bu gerçeği ortaya koyacaktır. (Bilkent Üniversitesi’nde şu sıralarda başka kimi yazarlarla birlikte benim de yazılarımdaki dil kullanımına ilişkin bir bilgisayar tarama çalışması yürütülüyor. Sonuçları ben de merakla bekliyorum.) Diğer sorularınıza gelirsek, Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’nın gerçek yazarının aslında ben olduğumdan kimsenin kuşkulanıp kuşkulanmadığını bilemem, ama var idiyse bile, böyle bir kuşku bana ihsas ettirilmedi. Bu durumun eleştirmenler açısından nasıl değerlendirilmesi gerektiğini ise, izninizle, yine eleştirmenlerin kendilerine bırakıyorum.


Bu kitabınıza karşı tavrınızla kitabın kahramanlarından Elias Behar’ın psikolojisi ve davranışları arasında bir benzerlik olduğunu düşünüyor musunuz?


Bu ilginç bir soru. Elbette Elias Behar’la benim davranışlarımız arasında bir benzerlik görülebilir. “Saklambaç” adlı öykünün ana izlekleri aldatma ve aldanmadır. Elias öyküde bütün antikacılık dünyasını aldatır ve bir kişi –arkadaşı Arif Bey– dışında hiç kimse bu büyük sahtekârlığın farkına varmaz. Bu, gerçek yaşamda olacağını öngördüğüm olayların öyküye yansımasıydı. Öyküyü böyle kurmuştum. Gerçeğin ve kurmacanın, simgesel düzeyde birbirlerini yansılamasını istiyordum. Okuyucu bir aldatma öyküsüne tanıklık ettiğini sanırken, sonunda hem yol boyunca Elias tarafından aldatılmış olduğunu, ama hem de Elias’la birlikte çok kötü aldandığını anlamalı, yani iki kez tuzağa düşmeliydi. Üçüncü ve en ölümcül tuzak ise, tabii bütün bunların aslında tümden bir aldatmaca olmasıydı. Diğer bir deyişle, iç içe geçmiş birçok aldatma çemberi vardı. Birinden kurtulduğunuzu sanırken, bir diğerine yakalanıyordunuz. Bu açıdan, ben belki hem Elias hem Arif Bey’dim, yani aldatan ve oyunu fark etmesine karşın susan, böylece bir anlamda aldatanla suçortağı olan, sonra da onunla rolleri değişen kişiydim. Kısacası tuhaf bir çiftekişilik ilişkisi… Öte yandan bakarsanız, Elias’la hiçbir yakınlığımız yok, çünkü o bu oyunu ilkin maddi kazanç sağlamak uğruna oynuyor. Üstelik bunu yaparken, insanları aldatıyor olmak çok da hoşuna gidiyor. Ben ise bu oyunu, evet, eğlenerek oynadım, ama onu en başından beri yazınla ilgili bir amaç uğruna oynanan salt yazınsal bir oyun olarak gördüm, maddi kazanca çevirmeyi hiçbir zaman düşünmedim. Elias oynadığı oyunun fark edilmesini istemiyor, ama suç işlerken onu gözetleyen bir göz olması da tuhaf bir biçimde hoşuna gidiyor, ona bir tür cinsel haz veriyor. Ayrıca Elias, Arif Bey’in onu “yakalamasına” da izin vermiyor, onu kendisinden aşağı görüyor, böylece oyunun kurallarını bozmuş oluyor. Yenileceğini anlayınca oyunbozanlık eden şımarık bir küçük çocuk bence Elias. Benim oynadığım oyun ise, doğası gereği, amacı “yakalanmak” olan dürüst bir oyun. Birilerinin bir oyun oynandığının farkına varmasını ve bunu açıklamasını istiyorum. İçtenlikle söylüyorum, konuya ciddiyetle eğilen, kitaba hak ettiğini düşündüğüm, benim yazarken gösterdiğim dikkati gösteren birkaç yazı yayımlansaydı, bu oyuna da gerek kalmazdı, ortaya çıkar ve gerçeği kabul ederdim. Ne var ki bugüne dek Süha Oğuzertem’in incelemesi dışında konuyla gerçekten ilgilenen bir yazı olmadı. Süha Bey’in yazısı, olaya doğru yaklaşan, derinlikli bir incelemeydi, ama tek başına beni ortaya çıkmaya zorlamak için yeterli değildi, başka yazarlarca da benzeri yazılarla desteklenmesi gerekirdi. Bu olmayınca, gerçeği açıklamak bana düştü.


Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’ndaki zaman-mekan ilişkisinin etkisi ve büyüsü üzerine neler söylemek istersiniz?


İltifatınıza çok teşekkürler… Belki biraz teknik bir terim olacak, ama buna “zaman–mekân ilişkisi” yerine “zaman kayması” diyelim. Tabii bu konuda söylenebilecek çok şey var ve, korkarım, bunlar bu yazının sınırlarını biraz aşar. Kısaca değinmek gerekirse, “zaman” benim için hep bir merak konusu, çevresinde dönülen karanlık bir odak olmuştur. Dolayısıyla, hemen hemen bütün yazdıklarımda önemli yer tutar. Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’ndaki ilk öykü belirsiz bir zaman ve mekânda geçmesine karşın, ikinci ve üçüncü öykülerde zaman ve mekân bellidir. Sorun bu zamanların birbirine uymamasıdır. Sonuncu öyküde anlatılan konak gerçekse, yani Arif Bey’in gençliğinde 1950’lerde yıkılmışsa, 1990’larda geçen ikinci öyküde hâlâ ayakta duran konakla aynı konak olamaz. Ama yine de onun aynı konak olduğunu hissederiz. Ayna, saat, inci kolye gibi diğer objeler için de aynı şey söz konusudur. Bu durum okuyanda anlatılması güç bir zaman kayması hissi uyandırır. Böylelikle gerçeklik duygumuz derinden sarsılmış olur. Ayaklarımızın altındaki sağlam zeminin yok olduğunu ve bir anda havada kaldığımızı hissederiz. Sizin “büyü” olarak adlandırdığınız şey, sanırım, bu. Evet, bu bence de büyüleyici bir etkidir. Bunu akıl yoluyla açıklamaya çalışmaktansa, sezgiyle kavrayarak tadını çıkartmaya bakmalıyız. Düşünürseniz, çevremizdeki birçok şeyi anlamaktan çok, sezeriz. Zaman da bunlardan birisidir. Belki de bizim anladığımız anlamda var olmadığı için.


16 yıl sonra hakkında açıklama yapılan çok az kitap okurda bu kadar ilgi uyandırmıştır herhalde. Sizce Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’nın sırrı nedir?


Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’nın sırrı, bence, iyi tasarlanıp iyi uygulanmış bir yazınsal oyun olması, böylelikle de gerçekle kurmacayı başarılı bir biçimde harmanlamasıdır.



Ufuk Matara'ya bizleri böyle kıymetli bir röportajla buluşturduğu için teşekkürler.