Hala kendine gelememişti. Sırtında inanılmaz bir ağrı vardı ve zonkluyordu. Sürekli tekrar ediyordu: ''Biliyordum, biliyordum.''


Yazdıklarının hepsini silmek istedi ama başa dönmüş olma düşüncesi onu dehşete düşürüyordu. ''Ne olursa olsun yazmam gerek.'' diye düşündü. Hiçbir kurala uymadan yazmaya başladı. Noktalama işaretlerinin önemini biliyordu. Halbuki reddettiği toplumun içerisinde, kendini soyutlamış bir şekilde yaşamaya çalışırken birkaç nokta eksik, birkaç kelime yanlış yazsa umurunda bile olmazdı. Ama paraya ihtiyacı vardı. Yanlış yazdığı kelimeyi sildi ve doğrusunu yazdı.


Yazacağı hikaye tam odasına girerken geldi aklına. Odası karanlıktı. Işığı açmayı düşünmüyordu. Odaya her girişinde kapının arkasında saklanan birinin onu sırtından bıçakladığını hayal ediyordu. Hayal ettiği kişi babasından başkası olamazdı. Bunun gerçekten yaşanabilecek bir olay olduğunu düşünüyordu. Her gece, odasına her girdiğinde ölümünü hayal ediyordu. Babasının odanın bir köşesinde beklediğini, odaya girer girmez sırtından bıçakladığını, boğduğunu ya da kafasına sıktığını hayal ediyordu. Yine de ışığı açmayı hiç istemedi. ''Olacaksa eğer karanlıkta olsun.'' diye düşünüyordu.


Bir cuma günü babası yine bağırmaya başlamıştı: ''Ölüm kurtuluş sanıyorsunuz! Hayır değil! Keşke ölüp kurtulsanız ama hayır! Başka bir dünya daha var!'' Babasının öfkeyle söylediği şeyleri içinden İngilizce olarak tekrarlardı. Garip bir şekilde bunu komik buluyordu. Bu davranış onu gülümsetiyor ve anı atlatmasını sağlıyordu. İşte bir ''kutsal cuma'' ritüeli daha tamamlanmıştı. Baba öfkeli bir şekilde evden çıkmış ve gelecek salı gününe kadar surat asacak, çarşamba ve perşembe günü normal davranacak ve cuma günü tekrar öfkelenecekti. Bu yüzden ışığı açmıyor, kapının arkasını kontrol etmiyordu. Çünkü ölümün onun için kurtuluş olduğunu düşünüyordu. Fakat hala öldürülmemişti.


''Belki de kuruntu yapıyorum.'' diye düşündü. Utandı. Babasına hep üzülmüştü. On dört yaşında İstanbul'a gelmiş, yirmi beş yılını bir fabrikada dört duvar arasında geçirmiş ve tek hayali köye ev yaptırıp geri dönmek olan bir adam. Kalan hayatını huzurlu bir şekilde geçirmek isteyen, hayali için emekli olmasına rağmen çalışan, para biriktiren bir adam. Ve onun kendisini öldüreceğini düşünen bir evlat.


Dinin ve siyasetin, hatta içine bolca din karıştırılmış bir siyasetin ürünüydü bu ilişki. Bu yüzden utancı öfkeye dönmüştü yeniden. Babasının bu saçmalıklara inanmasını bir türlü kabullenemiyordu. "Bu sefer ondan ne farkım kalıyor ki?" diye düşündü. Derin bir nefes aldı. Sakinleşmeye çalıştı. İslam aleminin ünlü savunması geldi aklına:

"İnanmıyorsan da saygı duyacaksın."

Halbuki "inanmıyorum" derse katli vacip kontenjanından veda edebilirdi hayata. "Bu cümle bir tuzak." diye düşündü. Gülümsedi. Kendisi gibi yaşamayanlara saygı duymayan ve peygamberden daha uzun süre dini tebliğ eden insanlarla büyümüştü. Masasının başından kalkıp yatağına geçti.

Yavaş yavaş uykuya dalarken aklından geçen son şey ''Keşke babam beni öldürse.'' olmuştu.