“Seni tanıyorum!”
“Tanırsın ama zahiren.”
“Hayır hayır her şeyinle tanıyorum, seni.”
“Sanmıyorum.”
Doğduğunda uslu bir çocuktun, oturup kalkmasını anne karnında öğrenmiştin, annen kibar ve kendini yetiştirmiş bir kadındı. Herkes kadar değildi, seni de öyle yetiştirdi. Sonra işte hacılardan hocalardan herkes kadar oldu. Bu sefer de aranıza uçurum girdi. Ama bu uzak senelerin tahlili.
Annenden ayrı kaldığında ağlıyor, gözlerini ve burnunu kollarına sürüyordun, oğulların gibi. Yine uzak senelerde oğullarının da böyle yaptığına denk geldin ve gülümsedin. Ruhun okşanır zaten, biri sana benzese yahut özense.
“Doğru ama hala zahiri anlatıyorsun bana, bu dediklerini gizlemiyorum ki. Hem oğullarımın benim kadar uslu olmasını istemezdim, o konuda beni pas geçmeleri gerekirdi.”
“Evet evet, yaramaz olsalar daha mutlu olacaktın. Zamanlıca enerjilerini harcayıp büyüdüklerinde durulurlar, diye. Sen olmaması gereken zamanda coştun da annen yadırgadı bu halini. Bunu da biliyorum. Batıni tarafların da var ancak onu da gösteriyorsun sen.”
“Gösterdiğim batıni olabiliyor mu?”
“Olur, gölgedir görünmeyen, sen göründüğün kadarsın, fazlan da var, yine göründüğü kadarıyla, sakladığın hiçbir şey yok ki.”
Büyürken uslu bir çocuktun, teyzenle iğneye gider, bir şekere kanardın. Doktorların şeker uzatmaktan imtina etmediği senelerdi. Uzak senelerde bu uslu olma halinden de utandın işte. Ben de herkes kadar şımarabilirdim, hakkım değil miydi, diye içten içe sorulara giriştin.
“Fakat sen ilah mısın, hikayemi hakim bir bakış açısıyla mı aktaracaksın, 3.anlatıcı?”
“Olabilir
“Hikaye o zaman klasikleşiyor. Her şeyi bilen üstenci tahakkümkar bir anlatıcının betimlemesi eskiye dayanıyor. Modern bir tarafı yok bunun.”
“Başımıza ne geldiyse moderniteden gelmedi mi?”
“Ne geldi?”
“Yalnızlaşma, bireyselleşip bencilleşme!”
“O zaman ben anlatayım, kendimi. Kendi bakış açımdan. Kahraman bakış açısı girsin hikayeye, çoklu anlatıcı olursa biraz olsun modernleşebiliriz.”
Yakındığım modernite olmadı hiçbir zaman. Daha çok olmaması gereken bir çağda putların ayakta kalmasına içerliyorum. İnsanların kutsalından rahatsızlık duyuyorum. Nedir bu kutsal? Barınma sağlıyor mu -Afrika dahil- güvenlik ve huzur? Sağlamıyor değil mi? Bir kaos var, artarak dört nala geliyor. Huzurdan şikayet ediyoruz ya? Durağanlıktan güya, ben asıl çoğalan seslerden rahatsızım.
Sosyal medyaya gözlerim yarı açık gecenin bir vakti bakarken önüme bir video düştü. Adamın biri 20 yerinden deşiyor kadını. Deşmek kaba bir tabir değil mi? Bizim söylemeye imtina ettiğimizi herifçioğlu hakkıymış gibi icra ediyor. Kanım -20’lere dayandı, kalbimde bir hızlanma. Oysa donunca kalbin de donar, kalbi coşturan bir heyecanın mutluluktan gelmesi gerekmez mi yahut kızgınlıktan? Ben üzüldüm sanırken kızıyorum. İlk refleksim üzülmek olması gerekirken kızmak oluyor. Çünkü rutin bir kötülük bu, tahammülüm kalmadı, önüme düşen videolardan gelen çığlıklara. Bunu da böyle devrik ifade etmemem gerekir. Devrik cümle kızınca yazılacak bir forma sahip olmamalı. Onu mutluyken heyecanlıyken ve bir ideoloji anlatırken kullanırsın, devrik cümleyi yani.
“Kafan karışmış, yine kendinle hesaplaşıyorsun. Kendini bu kadar irdeleme!”
“İrdelerim, kendimi sevmem için tahlile ihtiyacım var. Bir çiçek öyle göründüğü kadarıyla sevilmez. Ne zaman ki bir çiçeği bir şair betimler o zaman çiçek kalbimde anlam kazanır.”
“Kendini seviyorsun, biliyorum. Çok seviyorsun hem de. renklerini kollara ayırdın, dünyaya açmak isiyorsun, sarmaşık gibi. Herkes dokunsun ve feyz alsın. Merhametine kapılsın, duygularına ve umutlarına. Oysa geçen gün ne umutlu ne merhametli ne de duyguluydun. Vicdansızca bir eyleme kapıldın, hatırlıyor musun? Ama bunu da gizlemeden saklamadan yaptın. Yanındakine anlatırken sende bir tuhaflık olduğunu anladım. Ve tahlil ettim seni, parçalarına ayırdım, anlatmamı ister misin?”
“İsterim!”
Uyanmak, sende mutsuzluk salgılayan bir eylem. 35 yıldır uyanmaya bir türlü alışamadı, vücudun. Göz kapaklarını aralamak her defasında sana müthiş bir eziyet veriyor. Uykuda kalbi durur insanın, sen o uyku halini seviyorsun. Oysa kalbinin atmasından böbürlendiğin zamanları çok iyi bilirim. Kırgın bir uyanışla bedenini aşağı sarkıtıp giyinmeye başladın. Geç kalma korkusunun eylemlerine karıştığı kaotik bir sabah, zamanla senin rutinin haline geldi. Dışarı fırlayıp arabaya bindin. Belki de giyinmek, asansör inmek, arabaya atlamak senin için zaman kaybı, ondandır her sabah deli dana telaşındasın. Bunu da bir ara düşünürsün. Arabayla kırmızı ışığa geldiğinde durmanın ve yalnızca önüne bakmanın anlamsızlığında - zihninle baş başa kalmanın seni rahatsız ettiği o kısacık anda- kırmızı ışığa lanetler yağdırdın. Kural, düzeni sağlar; düzen suçu azaltır. Henüz turuncuya geçen ışığın gücüyle yeşili görmeden arabanın ön tamponunu yola sarkıttın. O sıra henüz turuncu yanan ve kırmızı görecekken geçmeye yeltenen bir kamyonla burun buruna geldin. Hafif tokuştunuz, sen sinirle dışarı fırladın. Arabada levye olsa yaşlı başlı, üstü başı perişan adamın kafasına levyeyi indirecektin. Bunlar ilk duygularındı. Adamı ve ondaki işçi kırılganlığını görünce kalbin acıdı. Adama acıdın. Hakkın var mıydı? Kendini burjuva sınıfına konumlandırmışsın haberin yok. İnsanlara acımanın yanlış olduğunu anlamayacak kadar da kimliğini benimsemişsin. Adam özür dileyince ağlayasın geldi. Yine de şu sözcükler döküldü dudaklarından:
“Ah be abicim neden kırmızıda geçiyorsun?”
Adam, manipülasyonunu yedi ve ikiniz birden adama kızdınız. Kendi de kendine kızıyordu şimdi. Hem de abicim sıfatından rahatsız olmak yerine ruhu okşanıyordu. Bu tatlı hanım bana “cım” dediğine göre ben “cım” ım konumuna geçiş yapıp kafasını aşağı eğdi.
“Ablacım, sen de kırmızıda geçtin.” deseydi yok be abi yeşile dönmüştü diyecektin. Bak dikkat et turuncu demeyecektin. Halbuki çarpışma anında bile kafanda turuncu şimşekler çakıyordu. Sola kaydın, kafan cama çarpsa bayılsan gözlerini açtığında göreceğin ilk şey de bir turuncu olurdu. Neyse ki görmedin. Sen tekrar abicim ne yapalım deyince adam trafik polisini çağırdı. Polisler sizi kaza sonrasında yapılacaklarla ilgili bilgilendirip gitti. Kaza fotoğraflarını çekip ekspere gönderip tutanakların yazılıp imzalanması süre zarfında sen adama 100 kez abi dedin. Oysa abi abla demeyi sevmezsin ki. Demek oluyor ki, üstenci tarafın dile geldi konuştukça batıyor. İşçi sınıfı bey olmayı bile beceremiyor öyle mi? Bunu itiraf et ve sonra bey hanım demeye karşı kendini zorla.
Bey diyerek uyandım. Giyinmeye başladım, aynanın karşısına geçip rüyamı düşünmeye başladım. Rüyamda üst benliğim karşımdaydı ve bana çirkin tarafımı biraz güzelleyip anlatmaya çalışmıştı. Psikologlardan da bunu bekliyorum işte. Beni anlamasınlar, beni tahlil etsinler, betimlesinler. Sen bir sarmaşıksın kolların sonsuzluğa açılıyor. Bazı zamanlar zehirli hale gelebiliyor. Bak sana şunu anlatayım geçen gün kaza yaptın ve sen yarı yarıya suçluydun. Üstenci davrandın, pis bir burjuva olmuşsun, geçmiş olsun desinler. Gözlerim açılır önce afallarım ama sonra başımı öne eğer haklı mı diye kendimi asarım. İnsan kendini asmadan daha iyi bir versiyonuna ulaşabilir mi hiç? Ben ölçtüm tarttım, tutanaklara baktım. Ahmet bey kadar suçluyum. Aynı oranda suçluyuz. İkimiz de kuralları çiğnerken kafa kafaya tokuştuk ve ben ona bey değil abi dedim. Hani abi iletişimde samimiyet doğurur ama ben bunu üstenciliğimden yaptım. Şimdi sigortacıya gidip gerçeği söyleyeceğim ve kasko şirketinin nezdinde Ahmet Bey’le eşitleneceğiz. Yarı yarıya suçlu olacağız. Ayrılırken ellerini sıkıp hoşça kalın Ahmet Bey, diyeceğim. Hoşça bakın zatınıza.