Üzerinde etkinizin bulunmadığı sayısız faktör varken şansa inanmamak mümkün olmasa gerek. Benim hayatımı yönlendiren temel düşünce de şanssız olduğum gerçeğini kabullenerek yaşamak olmuştur. Her ne kadar karamsar bir tavırmış gibi görünse de bunu kabullenmek büyük ölçüde bir rahatlamayı da beraberinde getiriyor. Tabii şanssız olma fikri hayat perspektifimize bağlı olarak değişebilir çünkü Afrika’da açlıktan ölmeye doğan bir çocuğu düşünürsek ne kadar şanslı olduğumuz sonucuna da varabiliriz.


“İyi olmaktansa şanslı olmayı yeğlerim diyen kimse hayatı anlamış kimsedir. İnsanlar yaşamın büyük kısmının şansa bağlı olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten korkarlar. Çünkü bu kadar çok şeyin insanın kontrolünde olmaması korkutucudur.” Woody Allen, bu filmde şans kavramını irdeleyeceğini açılıştaki bu ifadeyle işaret ediyor ve sonrasında fileye çarpan bir tenis topunun hangi tarafa düşeceğinin tamamen şansa bağlı olduğunu iddia ediyor: “Biraz şansınız varsa, top sizin kazanacağınız tarafa düşer.”


Usta yönetmenin çok uzun bir aradan sonra tamamını Amerika dışında çektiği ilk film olma niteliğini taşıyan Match Point, güçlü hikayesinin yanı sıra renk kullanımındaki başarısıyla da dikkat çekiyor. Daha önce de bahsettiğim gibi “şans” kavramı üzerine kurulan inşa, tenis ve opera üzerinden güçlü bir temele dayandırılıyor ki bunların seçkin kişilere atfedilen ilgi alanları olması tesadüf değil.


Filmin protagonisti Chris Wilton, pragmatist ve rasyonel tarafı ağır basan, fakirlikten çıkış yolu olarak tenisi gören, eskinin tenisçisi şimdinin tenis eğitmenidir. Bu çıkış yolunu direkt bir tenisçi olarak kullanacak kadar yetenekli olmadığının farkına vardığında farklı bir boyuta geçip zenginlere eğitmenlik yapmayı düşünebilecek kadar da öngörülüdür. Nitekim eğitmenlik yaparken tanıştığı bir zengin olan Tom ile operaya olan ilgisini de kullanarak ahbaplık kurmayı başarır. Bu noktada arka planda çalan, filmin görselliğine tezat sayılabilecek ve bu tür için pek alışılageldik olmayan aryaların kullanımı filmin temposuyla uyumlu olduğu için hem özgün hem de ahenkli bir atmosfer yaratmaktadır. Hemen ilk sahnelerde beliren “Suç ve Ceza” da filmin tematik yapısıyla oldukça uyumludur.


Tom'un onu davet ettiği bir operada, Tom'un kız kardeşi Chloe'nin dikkatini çekmeyi başaran Chris, fakir ama gururlu genç tavırları ile Chloe'nin gönlünü kazanma yolunda da doğru adımlar atıyor. Chloe ile evlenerek hayalini kurduğu üst sınıfa ulaşabileceğini gören gururlu gencin planları Scarlett Johanson’un çarpıcı güzelliğiyle hayat verdiği Nola karakteriyle tanışmasıyla başlangıçta sekteye uğruyor. “Masa tenisi” oynarken tanışan Chris ve Nola arasındaki çekim ilk görüşten itibaren seyirciye hissettiriliyor olsa da bir sıkıntı var: Nola, Chris’in üst sınıfa geçmesine aracılık edecek olan ailenin müstakbel gelini, yani bir bakıma yengesi. Aşk-ı Memnu tadında bir çarpık ilişkiler yumağına sahne olan bu durum Chris’in şansı mı şanssızlığı mı?


Zengin bir ailede doğduğu için doğuştan şanslı addedilebilecek fakat hiçbir zaman olan bitenden haberi olmayan Chloe, “Ben şansa inanmam, sıkı çalışmaya inanırım.” diyorken, birbirleri arasındaki çekim, zenginlerin arasındaki alt sınıf insanları oldukları için yoğunlaşan Chris ve Nola şans kavramına oldukça inanıyor. Zengin ailenin Hulusi Kentmen minvalindeki babası da özellikle Chris’e bütün olanaksızlıklara, şanssızlıklara rağmen geldiği konumdan dolayı saygı duyuyor. Ailenin annesi ise daha çok realist bir kötü kadın portresi çiziyor ve alt sınıftan gelen müstakbel gelin ve damadına karşı temkinli yaklaşıyor. Hatta kadın, hep birlikte gittikleri bir tatilde bu gerçekleri Nola’nın yüzüne vurarak Nola’nın kendisini bir hışımla dışarıya atmasına sebep oluyor. O esnada şans bu ya, tam cam kenarından geçmekte olan Chris, Nola’nın bir hışımla çıktığını görüp uzun zamandır arayıp bulamadığı fırsatı, bir tesadüfler silsilesi sonucunda ancak şimdi bulabiliyor. Bu olaydaki tesadüfiliği de yönetmenin kamera kullanımıyla idrak etmekte zorlanmıyoruz.


Chris, Nola’yı uzun süre takip ettikten sonra gerçek bir yasak ilişki de böyle bir tesadüfün sonucunda başlamış oluyor. Tesadüfler silsilesi derken özellikle Nola ile görüşmek istediği için sinemaya gitmek istediği halde Nola’nın migreni tuttuğu için görüşemezken bir gün caddede karşılaşmalarına kadar uzayan rastlantısallıktan bahsediyorum. Baştan sona göze sokulurcasına her fırsatta kullanılan bu rastlantısallık ve plansızlık, filmin temasına uygun şekilde her sahnede verilmeye devam ediyordu elbette.


Tom, annesinin de kışkırtmaları sonucunda Nola’dan ayrılınca ve Chris-Chloe evliliği gerçekleşince, Nola bir süre geri planda kaldı. Ancak bir zaman sonra Chris’in karşısına yeniden çıkan Nola, bu kez "resmi" bir evlilikteki yasak ilişki yaşayan kadın olarak bu sarmalın içerisine daha farklı bir kimlikle dahil oldu. Bu süreçte Chris’in iki farklı hayatı vardı denebilir. Öyle ki üst sınıfa doğru ilerleyen basamakları, kayınbabasının yardımları ile hızlıca çıkıp şatafatlı hayatına alışırken tutkusundan da vazgeçemiyordu.


Zaman içerisinde bir seçim yapmak zorunda kalan Chris bir türlü karar veremiyor, zaman kazanmak için kendinden ve gerçeklerden kaçıyordu. Bu noktada yönetmen de Chris’in ihtişam dolu hayatını, yaşadığı güzel mekanları ve inanılmaz güzellikteki manzaralarını kadraja sokmayı ihmal etmiyordu.


İnsanın gerçeklerden kaçmaya ya da içerisinde biriktirdiği duyguları anlatmaya her daim ihtiyacı vardır. Cast Away filminde, bir adada uzun süre yalnız başına yaşamak zorunda kalan Tom Hanks’in "Wilson" voleybol topuyla kurduğu arkadaşlıkta olduğu gibi Chris Wilton da hikayede akışa neredeyse hiç etkisi olmayan bir karaktere içinden geçenleri anlatır ve fikir almak niyetinde bile değildir. Yapacaklarını çoktan planlamıştır.


Belki buraya kadar okumuş, filmi henüz izlememiş ve izlemeye niyetlenmiş olanlarınız vardır. O yüzden filmin çarpıcı finaliyle ilgili fazla detaya yer vermek istemiyorum ama değinmeden geçemeyeceğim bazı hususlar da yok değil. Tesadüfler silsilesinin sonucunda özenle kurgulanmış bir cinayet, filmin ironisi olarak göze çarpıyor. Neredeyse kusursuz planlanan cinayetin bir parçası olan “The Woman in White” müzikali de olacaklara dair muazzam bir metafor.


Finalde tüm bu cinayet planının arkasındaki başarı ya da başarısızlığın sonucunda şansın oynadığı kritik rolü, açılışta filede seken tenis topu yerine kapanışa doğru bu kez taş duvarın üzerinde seken yüzük ile vermek de yönetmenin metaforla bezeli yaklaşımına yakışır cinsten. Bana kalırsa filmin tam olarak o noktada, kafalarda soru işaretleri bırakarak Nolan tarzı bir son yapması daha şık olabilirdi. Geri kalan sahneler her ne kadar özel sahneler olsa da filmin bütünlüğü içerisinde bana kalırsa gerekli değildi.


Sofokles’in “Asla doğmamış olmak en büyük nimettir.” sözü ise filmin kilit cümlelerinden bir tanesi konumunda. Milyarlarca insanın içerisinde bulunduğu bu gezegen, belki de bizim distopyamızdır. Belki de burada şanssız taraftayızdır. Peki kendi şansımızı kendimiz yaratabilir miyiz? İyi olmaktansa şanslı olmayı tercih eder miyiz? 


Son olarak opera meraklıları için filmin soundtrackini de buraya bırakıyorum: https://open.spotify.com/album/1YF6CoA8oX6Y6oaNYiZehe