homo ludens'ten evrimleşen insanlarız. yani kültürel, tarihsel ve biyolojik hafızamızın getirdiği birikimle var olmaya çalışan, çatışan canlı formlarıyız. her canlı ilk formu itibariyle bitkisel, hayvani argümanlarla yaşar. daha sonra ruhunun kadehinin alacağı ışık sayesinde evrimleşerek insan olma sorumluluğuna dönüşür. bu bağlamda insan olmanın şuuru hem bitkisel hem de hayvani nefsi taşıyarak, gelişerek insani nefse dönüşür. işte insan olma şuuru bu sacayaklarının datasıyla hayat denen harmoniye kendini bağlar. bağlantının kuvvetini ise kişinin kendi ruh kaderi belirler. her insan potansiyel olarak üst insan yani her tanımdan sıyrılmış kişiliğe sahiptir. ancak bunu keşfetmek her insana nasip olmaz. çünkü her insanın ruh kadehi aynı düzlemde değildir. eğer öyle olsaydı tek tip insan modeline sahip olurdu. farklılıklarımız olmazdı. oysa dikkatli baktığımızda her insanın hatta canlının yaşam serüveninde kendi birikimiyle farklı tercihlerde bulunduğunu görmekteyiz. işte buradan hareketle aynılıklarımız değil farklılıklarımız hem canlı hem de insan kılmaktadır. ancak dünya serüvenine bakıldığında hepimiz aynılıklarımız içinde değerlendiriliyoruz. peki bu yaklaşım ne kadar canlı ve insani? ortak değerlerimizin olması elbette normal. çünkü o normallikler olmasa birikim sağlayamayız. birikimin oluşması için deneyimlerin toplam kümesine sahip olmalıyız. ve bu kümenin üzerine çıkmamız için farklılarımızı anlamak, keşfetmemiz gerekir. aksi takdirde yerimizde saymış olmaz mıyız? oysa dünya daima değişen ve dönüşen bir yerdir. hatta ölümlerimiz bile değişkenlik göstermektedir. bu kadar farklılığın olduğu bir diyagramda aynı kalmaya çabalamak ne kadar hakiki bir eylem ya da tutumdur. unutmamamız gerekir ki kendiliğimizin inşasını sağlayabilmemiz için ortak çözüm kümesinin farkına varıp yeni bir açıklama getirmemiz gerekmektedir. yoksa; derme-çatma, eksik, sığ ve benimseyemeyeceğimiz insan denen şemsiyesi altında insani forma sahip olan canlı olduğunu söyleyene var olmamış mahlukatlar olacağız. bu yüzden ya hep ya hiç mottosuyla yaşamayı revize ederek; hayatta kalmalı, yaşatmalı ve dahi ölmeli belki de öldürmeliyiz. çünkü herkes kendi kabı kadar ışıkla aydınlanacaktır. ne kadar güneş olmaya hatta küçük bir ışık hüzmesi olsanız dahi karşınızdaki gözlerini değil ruhunu kapatıyorsa ona etki edemeyecek belki etki edecek zamanı gelmediği için onu gerçek bir canlı olma şuuruna çekemeyeceksiniz. bu sizi asla ekarte etmemelidir. aksine kamçılamalı ve o zamanı geldiğinde tutacak bir el gibi beklemeyi öğrenmeliyiz. unutmayın kurtarıcı da, kurtulan da, kurtulmaya çalışan da sizden başkası değildir. öteki de başkası da yani ben de bulmacanın bir parçasıdır. o yüzden farkındalık pencerenizin camlarını kırın. yoksa görmek şöyle dursun, bakmaya dahi enerjiniz olmayacaktır. işte bu yüzden her şeyden önce kendiniz olun. çünkü kendiniz olmadan başkasını ya da ötekini anlayamayacağınız için ne bilişsel ne ruhsal ne de varlıksal evrime tabi olacaksınız. kuvvet ve güç kendi içinizde. tüm olumsuzluklara rağmen hala dayanabiliyorsanız demek ki hala bir göreviniz var demektir. işte bu görev için hak edilmiş biçimde savaşın, barışın, gerekiyorsa ölün. hayatta hak edilmemiş edim ve erdem sadece silik bir argümandır. ve bu argümanla yüz yüze geldiğinizde aslında yaşamaya yeniden başladığınızı keşfediyor, anlıyorsunuzdur. bu anlamlılık içinde eski benin üzerine yeni bir inşa edecek zamanınız gelmiştir. ve artık başlama vakti gelmedi mi?