Sıralı kavak ağaçlarının mai siyah gökyüzüyle birleştiği dallarından yükselen çirkin karga sesleri, kavak ağaçlarının gövdesine çakılmış sarkık dikenli tellerin önünde duran porsuk sarı köpeğin havlaması, görünürde olmayan başka bir köpeğin havlamasına karışıp yankılanıyordu. Yankılara derinlerden gelen tilki çığlıkları eşlik ediyordu.

Sarı sokak lambaları, asil yağmurun zarif yağışını netleştirmekle meşguldü. Asil yağmur, hamile toprak ananın bağrına kendini bırakıyordu. Kümesin kapısına çakılı emektar kilim sırılsıklam ve ağlamaklı. Kapının önünde yapayalnız, eğri büğrü, ağzına kadar dolu alüminyum tencere yağmur damlacıklarını sektiriyor, mahçup ve neşeli. Kümesin yanında yapraksız ve inadına kupkuru ceviz ağacı, yeni yıl mesaisinden önce ruhunu dinlendiriyor.

Ve tüm bu tenha kalabalığı, ayak basılmamış cesaretleri, kuytularda gizlenmiş korkuları, farkına varılmamış mutlulukları olan, mevcut hayat durumunu değiştirme zahmetinde bile bulunmadan kaderinin değişeceğine inanan, solgun, çirkin, çelimsiz bir genç izliyor penceresinden. Dudağında akıl otu, gözleri nemli ve puslu. Radyoda inceden bir türkü,

”Kâh oturur hayallere dalarım

 Kâh canımı gafletlere salarım 

 Kâhi haktan ölümümü dilerim”

 

Sigarasından son bir nefes alıp taşranın bağrına üfledi aylak genç, usulca penceresini kapayıp içeri girdi, masasında açık duran Çehov kitabını eline aldı ve altı çizili kısmı okudu.

“Belki boynuma asılı bir taş bu ve beni kendisiyle birlikte dibe doğru çekiyor. Ancak yine de seviyorum bu taşı.”