Eskiden insanlar misafirlikte, misafir olduğu ya da misafir ettiği ailelerin çocuklarına “Sen artık benim çocuğum ol, seni bizim eve götüreceğim” tarzında kendince sevimli cümleler kurardı. Bunun bir çocuk üzerindeki psikolojik etkilerini alanında uzman pedagoglara bırakıyorum ve bu tekliflerin neden bir anda kesildiğine dair bir çıkarımda bulunmak istiyorum. Ekonomi… Kendi çocuklarına bakmakta bile güçlük çeken, her gün rutin olarak bünyesine birkaç doz zam alan Türk homo sapiens topluluğu ne yazık ki bu teklifin gerçekleşme ihtimaline bile tahammül edemez. Şakası bile kötü.

Endişelenmenize gerek yok zira bu denemenin konusu ekonomi değil. Sürprizi bozmak gibi olmasın ama bu denemenin bir konusu yok. Aman, boş verin. Hem sıkılmadınız mı sürekli konusu, teması, karakterleri ve karaktersizleri olan metinlerden? Bıkmadınız mı daima bir kalıba sokulmaya çalışılan ve bu uğurda tarihin tozlu sayfalarına karışan…

Bana nerede oturuyorsun diye sorduklarında gayet tok bir sesle “İstanbul.” diyorum. İlçe sorulduğunda ise susmayı tercih ediyorum. Üçüncü sayfa haberlerini süsleyen ilçelerden biri olduğu için değil, henüz İstanbul’dakiler tarafından bile bilinmediği için. Evet! İşte o ilçe. On beş yaşından itibaren herkesin arsa ve emlak konuştuğu, medeniyetin beşiği, bir kültür başkenti Çatalca… İnsanlara tarif ederken adeta mücadele ediyorum. Beylikdüzü’nü biliyor musun? Heh, orayı geçiyorsun Büyükçekmece geliyor. Yok, Silivri’ye gitmeden… İnsanların yazlık almak için birbiriyle yarıştığı, yazın piknik alanlarına akın ettiği, hafta sonu et satan her yere saldırdığı, tek albenisinin sessiz ve huzurlu bir yapıya sahip olması olan ve Anadolu kasabalarını aratmayan Çatalca. Öbür tarafta ise bütün kültür sanat etkinliklerinden uzak, fildişi kulesine kapanmış olan ben. Fakat Çatalca’da oturmaktan daha kötü bir şey varsa o da Çatalca’nın bir köyünde oturmaktır. Arkadaşlarınızla ilçe merkezinde buluşup bir şeyler içmek için belirli bir süreniz vardır. Bal kabağına dönüşmemek için akşam onda kalkan otobüse yetişmek zorundasınız ve ondaki otobüse binmek için dokuz buçukta durakta olmalısınız. Kül kedisi bile gece on ikiye kadar dilediğince eğlenirken benim bu yaşadığım çok ağır bir durum ya da dram. 

Tahmin edeceğiniz üzere bu denemenin konusu Çatalca da değil. Belki kafamdaki tuhaf sorular olabilir. Mesela şizofrenler… Acaba şizofrenlerin gördüğünü sandığı insanları da Allah mı yarattı? Biz o insanları görmüyoruz ve duymuyoruz ama birilerinin zihninde varlar. Peki bu insanlar ahirette sorguya çekilecekler mi? Ya da şizofrenlere bu insanlar üzerinden sorular sorulacak mı? Keşke bu soruyu önümüzdeki ilk ramazan ayında bir canlı yayında Nihat Hatipoğlu’na sorsalar. “Hocam ahiret sınavına kafamızda kurduğumuz insanlar da dahil mi?” Her sene sorulan sorulardan daha nitelikli bir sual bence. 

“Bir Kızılderili atasözü der ki” diye başlayan cümlelere tahammül edemiyorum. Biz; 21. Yüzyılın modern, çağdaş, teknolojide devrim yaratmış, koskoca kütüphaneleri hatmetmiş akademisyenleri ve bilim insanlarını küçük görüp dalga geçen, burun kıvıran biz post modern insanlar ne zamandan beri kızılderililerin sözüne bu kadar rağbet eder olduk? Mesela bir Kızılderili atasözü der ki: “Benim hayatımı yargılamadan önce benim ayakkabılarımı giy ve benim geçtiğim yollardan, sokaklardan geç. Benim takıldığım taşlara takıl yeniden ayağa kalk ve aynı yolu tekrar git benim gittiğim gibi anca o zaman beni yargılayabilirsin." Bu en meşhurlarından birisidir. Fakat bence konuyu biraz fazla uzatmış. Bizim atasözlerimiz ise çok daha net. “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır.” Hem bir düşünün, kafasına kuş tüyü takmış bir kızılderili karşınıza geçti ve bilgece bir tavırla size hayat dersi verdi. Ne kadar ciddiye alırdınız?

Kızılderilileri kabileleriyle baş başa bırakıp bisiklete biniyor ve karıncayı eziyorum. Kendimi affettirmek için de onu maymuna benzettiğimi söylüyorum. Diyelim ki bisikletle karıncayı ezdik ve karınca hala hayatta. Durumu telafi etmek için “Afedersin karınca, seni bir maymun zannettim.” demek karınca üzerinde derin travmalara yol açmaz mı? Şahsen ben olsam kahrımdan ölürüm. Peki ya maymunun ne suçu var? Bunu söyleyerek maymunları ezmeyi normalleştirmiyor muyuz? Hani bizim vejetaryen, ekmeği glütensiz, sütü laktozsuz tüketen; doğa dostu, hayvansever, hümanist insanlarımız…

Çocukken hava durumu programlarını izlerken yalnızca birkaç şehrin hava durumunun net bir şekilde gösterildiğini kalan şehirlerin ise bölgesel olarak değerlendirildiğini fark etmiştim ve bu şehirlerin ne gibi bir ayrıcalıklarının olduğunu düşünmüştüm. Sanırım hava durumlarında da bir tür torpil dönüyor. Mesela programı sunan spiker, Adana’da havanın nasıl olacağını direkt olarak söylerken Osmaniye’den hiç bahsetmiyor. Acaba “Osmaniye’yi de varın Adana’dan çıkartın.” mı demek istiyor. Ya da Bayburt’un özel olarak ele alınmamasının sebebi küçük bir yüzölçümüne sahip olması mı? İyi de küçük olmayı Bayburt seçmedi ki. Acaba Japonya’da da işler böyle mi yürüyor? Ne alaka demeyin. İnsan merak ediyor. 

İnsan bazı şeyleri merak etmemeli. Bununla ilgili kültürümüzde müstehcen sözler bile var. Tasvip etmiyorum tabi. Ne gerek var canım. En güzeli 26°-45° doğu meridyenleri, 36°- 42° kuzey paralelleri içinde, Arabistan’dan gelen sıcak hava ve Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasının arasında tüm soru işaretlerinden izole bir şekilde balkonunuzda kahvenizi yudumlamak…

Not: Bu denemede Türk alfabesinin 29 harfinin 29’u da itinayla kullanılmış, bazı yerlerde çeşitli yargılamalarda bulunulmuş, bazı yerlerde ise oto sansür  uygulanmıştır.