Saate baktım, havanın aydınlanmasına epey vardı. Uyumam gerektiğini biliyor ancak uyuyamıyordum, tıpkı uyanmam gerektiğini bilip uyanmak istemediğim gibi. Yapmak ve yapmayı istemek; olmak ve olmayı istemek arasında Everest, bilemedin Nanga Parbat kadar fark vardı. Ölmekle ölmeyi istemek aynı şey olamazdı. Sabah olacak, işime gidecektim. Günaydın derken yalandan bir gülümseme takınıp asansör sırası bekleyecek, başlayacaktım saymaya. 1, 2, 3, 4... Tam sekiz kat. Her kat bir yıl gibi gelecek, sekizinci yılda duracaktım. Kapı iki yanından ayrılarak açılacak, Sinan Çetin izlemediğimi benimkinden daha yapmacık bir kahkahayla söylenen 'günaydın' sesinden anlayacaktım.


-Günaydıınn!


İşte şimdi göz kapaklarımı kamçılayan, beni yataktan, rüzgarın korkuluklardan fırlatıverdiği cam kenarı saksısı gibi fırlatan bir ses fısıldadı kulağıma:

-Kimsin sen!

Ben ''buyum'' demek hiç bu kadar zor olmamıştı. Sanki çimde 9.2 şiddetinde bir deprem olmuştu da yorgandan bozma tonlarca enkazın altında kalmıştım. İçimde kanayan yerlerin olduğunu hissettim, kapanır sandığım ama hiç kapatamayacağımdan artık emin olduğum yaralarımın sızılarını da.

Tekrarladı ses:

-Kimsin sen!

Sesi bir yerlerden anımsıyor fakat çıkartamıyordum. Bana yakınken bir o kadar uzak, uzakken bir o kadar içimdeydi. Susturmak istediğimde daha çok bağıran, duymadığımda görünür kılınan bir ses.

Ben buyum dedim ayaklarım titreyerek, enkazım bile duymadı. Ben buyum. Ya hiç oldum sandığım ''ben'' olmak istememiş, ya asıl olmak istediğim ''ben'' olamamıştım, kim bilir belki hiçbir baltaya sap olamamıştım doğduğumdan bu yana. Nereden geldiğimi, nereye gittiğimi, neden geldiğimi, neden gidemediğimi, ne zaman kalacağımı, ne zaman unutacağımı, ne zaman döneceğimi, neden yaşamam gerektiğini ve ne uğruna... Hiç bilmemiş ve hiç bilmeye yeltenmemiştim. Öylece uyanmıştım yıl 1996, ve öylece uyanmaya devam etmiştim.


Diş arasında bir portakal posası gibi sıkışıp kalmış, aynada olduğumla olmak istediğimi yüzleştirmekten kaçmış, arzularımın, değerlerimin, beklentilerimin hatta hayallerimin manifestosunu kendime bile tutmaktan kaçınmıştım bunca zamandır. Sıfırcı hocaların kalbim kadar boş sınav kağıtlarını kırmızı pilot kalemle bir çırpıda silmesi gibi silmiştim öz benliğimin ihtiyaçlarını.

Birilerinin iyi olduğumu düşünmesinin, birilerine iyi geldiğimi düşünmemden daha ağır bastığı gün anlamıştım, artık dünyalıydım.


Kondisyonunu bozmadan sorgulayan sese çıkışmak geldi içimden; Sen söyle, kimim ben!

''Kim olduğunu bilmeyen'' diye yanıt verdi. Hiç yüzleşmek istemediğim kendimle yüzleşiverdim o an. Kim olduğunu, kim olmak istediğini, kim olamadığını unutmuş; kendi hikayesinin başrolü olmayı beceremeyip birazdan uyanacak birinin rüyasında yan karaktermiş ve her an anlamsızca yok olacakmışçasına yaşamış; kötü olmayan ancak iyi olmayı da eline yüzüne bulaştıran ben...


Sırt üstü döndüm. Tavanda karanlıklarda bile görülebilen jeneriği geçiyordu, hamallığını yaptığım hayatımın. Başımı sağa çevirirken bir cümle ilişti gözüme: ''Kendini Unutma!''


Saat 6.30; alarm çalmış ve ben hazırlanmak üzere enkazımdan ayrılmıştım.