Bu zamana kadar hep bir kalenin içinde yaşatmıştı kendisini. Büyük ve korunaklı sınırları olan bir kalenin içinde... Duvarlarını hiç kimse için indirememişti, hiç kimsenin yıkmasına müsaade etmemişti. Öyle büyük bir emek ile örmüştü o devasa duvarları, öyle yükseğe çıkmıştı ki kimsenin gücü yetmemişti yaklaşmaya. Aslında sevmekten korkmuştu o. Sevmekten, sevilmekten, gözlerinin tüm duygularını ele vermesinden. Hiç kimsenin onu tanımasına izin vermemişti. Bakışlarının arkasında gerçekten kimin durduğunu göstermemişti insanlara. Hep aynı ifade ile bakmıştı tüm yüzlere. Sevse de, özlese de, üzülse de hep aynı ifade ve aynı duygusuzluk ile saklamıştı göğsündeki hisleri. İnsanlar hep bir mesafe görmüşlerdi onda. Aşılması çok zor, yakınmış gibi duran ama aslında çok uzak bir mesafe. Hayal gibi bir insandı etrafındakiler için, bir vardı, bir yoktu. İki yana kıvrılmış bir dudak, tebessüm eden bir yüz ama bomboş bakışlar. Denk gelindiği an insanı buz kestiren bir çift göz. Tüm güzel duygularını kendisine saklamıştı. Eğer bir anlığına dahi olsa belli etseydi onları, yenilmiş gibi hissederdi; çünkü o kadar çok yenilgi sırtlanmıştı ki ömrü boyunca, tek bir tanesini daha kaldırmaya yetmezdi gücü. Sanki yenilmezliğini kanıtlarcasına herkese, hep daha dik durmak için uğraş vermişti. Bu çabasını insanlardan gizleyebilmek adına kat kat örtüler örtmüştü üstüne fakat bir o kadar da kızgındı herkese. Kızgındı çünkü tek bir kişi dahi olsa görsün istiyordu çaresizliğini ve yalnızlığını. Kendisini başkalarından sakınmak için zırh üstüne zırh giydiği halde, kimsenin ona merhamet dolu gözlerle bakmıyor oluşu daha da hırslanmasına sebep oluyordu. Müthiş karmaşık bir çıkmazın içerisinde kıvrandığını hissediyordu. Gerçek benliğini gömdüğü o devasa duvarların arkasına saklandıkça saklanıyor, zırhlarının altında ezildikçe eziliyordu ama kimse o aşılmaz kalenin içine girecek kadar cesur olamadığı için de öfke duyuyordu. Patlamaya hazır bir volkan gibi yoğun ve önüne çıkan her şeyi sürükleyip götürecek bir dalga kadar tehlikeliydi göğsünde biriktirdiği öfke.

Sonra bir gün, bir kuş kondu yanına. En az ördüğü duvarlar kadar devasa bir gövdesi, o duvarların ardında kendisine yarattığı dünya kadar karanlık kanatları vardı ama gözleri sevgi ve merhamet ile bakıyordu. Korkmadı ondan ve onu uçurup duvarlarının gerisinde kalan yere götürmesine izin verdi. Daha önce bir kez dahi görmediği bu kuşa bu kadar güvenmesinin sebebi, yalnızlığından sıyrılma ihtiyacının büyüklüğü müydü yoksa o merhamet dolu gözlere duyduğu özlem miydi karar veremiyordu. Aklı bu sorgulamalarla doluyken kuşun birden durup ona bir şey göstermeye çalıştığını fark etti. Kafasını kaldırıp baktığında devasa ama bakımsız duvarlarını ve onların arkasında duran kendi bedenini gördü. Hissettiğinden daha çaresiz ve yorgun duruyordu. Elini karşısında duran öz bedenine doğru uzatıp ona varlığını ve desteğini hissettirmek istedi ama duvarları o kadar aşılmaz ve bedeni o kadar yabani duruyordu ki yapamadı. O an kendi kendisini bu yalnızlığa mahkum ettiğini anlamıştı. Yıllarını, kendi yarattığı hapishanesinde heba ettiği gerçeği bir tokat gibi çarpmıştı yüzüne. En az kendi elleriyle inşa ettiği o duvarlar kadar derin bir hendek kazmak istedi var gücüyle, oraya gömmek istedi yarattığı o hapishaneyi. Ama yapamadı. Kendi benliğini yeniden inşa edecek gücü kalmamıştı çünkü. Yorgunluğunun kendisine yeni bir dünya yaratmasına engel olacağını hissedince kaçmak istedi. Kuştan, onu uzaklara götürmesini istedi. Dinlenebileceği, dinlenip kendisini dönüştürebileceği bir yer arzuluyordu. Kuş ona hala aynı sevgi ve merhamet dolu gözlerle bakıyordu. Onu nereye götüreceğinden oldukça emin bir şekilde kanatlarını çırpmaya başladı. Bu sefer zihninde dolaşan hiçbir düşünce yoktu. Yalnızca duvarlarının ardında kalan hayatın güzelliğine kendisini kaptırıp gitmek istedi.