Yine çenesi dizlerinin üzerinde, bacaklarına sarılmış, akşam serinliğine kendini sevdirircesine oturuyor. Masada, boş bardağın yanında uçmasın diye altına kağıtlar sıkıştırılmış açık bir bilgisayar var. Hafif duyumlu bir müzik çalıyor, bilgisayarda değilse de kendi içinde. Gün, kabuğuna çekilirken kendinin de günden pek bir farkı yok gibi. Rüzgar az önce masada duran kalemi yere düşürdü. Bunu fark ederek ama daha çok kramp girdiğini tahmin ettiğim bacağını rahata kavuşturmak için ayağa kalktı. Çok katlı binaların verdiği izin kadar gökyüzünde görebildiği yerlere bakınacağını düşünmüştüm ki balkonun köşesinde duran biber fidelerinin yanına gitti. Yapraklarına iki el sürüp topraklarına dokundu. Ellerini toprakta gezdirirken bahçede yalın ayak yürüdüğünü gördüm. Saksıların önünde, “betona oturma, soğuğu çekersin” nasihatini hiç duymamış gibi bağdaş kurduktan sonra, sanki ölmek üzereyken eline geçmiş karanfilinin iki tomurcuğuna, bir şeyleri başarmış evlatlarını izleyen anne gibi baktı. Gece yarısını iki saat geçmişti. Gözlerini civardaki ışığı sönmüş evlerde gezdirirken bunun bilincine varmış olsa gerek, oturduğu yerden ayağa kalktı. İçeri doğru yöneldiğinde geceyi sonlandırdığını ve defteri kapatacağımı düşündüm. Anlamsız olurdu. Zaten o da ışığını açmadan girdiği mutfaktan elinde bir şeftaliyle döndü.


Işığı sönmüş evlere bakmaya devam etti. Bakarken beklemenin ifadesizliği yüzündeydi. Tek tük yanan evlerin de ışığı sönüyordu. Sonra birden ışığı sönen evlere değil de hâlâ odası aydınlanan evlere, sanki bir şey bulmuş gibi heyecanla bakmaya başladı. Anlamıştım heyecanını. Orada tekti ama fark etti ki gecede yalnız değildi. Arkama yaslandım, her ne kadar yalnız olmadığımızı bilsek de bunu kendimize bir şekilde kendimizin söylemesi daha güven vericiydi çünkü yalnızlığı noktalayan asıl şey buydu. O, kendisine yalnız olmadığını, hiç tanımadığı evlerin yanan ışıklarıyla söylemişti. Tek oturduğum bu yerde ben de yalnız değildim ve oturduğum yer şimdi daha rahattı.


Hâlâ tamamlayamadığım, çözümleyemediğim bir şeyler vardı. Ben böyle düşünürken elindeki şeftaliyi üzerine silip bir ısırık aldı. Tadının güzelliğinden midir yoksa şeftaliyi üzerine silerek dalından koparmış gibi hissettiğinden midir bilmem, gülümsedi. Şeftaliyi koca bir ısırıkla ağzına kenetleyip hemen arkasında duran kırmızı sandalyeyi balkonun en kenarına çekip oturdu. Şimdi de elindeki şeftaliyi inceliyordu. Çürüğü var mı diye değil de evveliyatını düşünür gibi. Yüzündeki gülümseme daha belirgin şekilde yerindeydi. İkinci bir ısırığı almıştı ve işte üçüncüsünü de. Son ısırığında kırmızı bir sandalyede oturmuyor, şeftalisini kopardığı ağaca sırtını dayıyordu. Gece yarısını artık üç saat geçmişti. Bu sefer sanki bunun bilinciyle değil de kendine hoş gelmenin keyfiyle içeri doğru yöneldi. Giderken konuşmadı ama ne söylediğini duydum.


Bazen en çok devam eden şey, beklemektir. Oturduğunuz yerde, yürüdüğünüz yolda, çalıştığınız zamanda/ bazen sadece ve öylece beklersiniz. Kendinize hoş gelin. Beklemenin sınırı olmadığı gibi insanın kendine iyi gelmesinin de sınırı yoktur. Yaşatmak için çabaladığınız onca şeyin toprağa sıkı sıkıya tutunduğunu fark ettiğinizde, bir gece vakti ışığı yananın tek siz olmadığınızı gördüğünüzde ya da üzerinize silip ısırık aldığınız o meyvede. Kendinize hoş gelin.


İşte şimdi içeriden tekrar gelmeyebilirdi ve işte şimdi defteri kapatabilirdim.