Kaşındıran tüylü bir battaniye, koliden bozma karton, uyurken bile kafadan çıkmayan bir bere ve farelerin fink attığı torna tezgahı manzarası… Ovuşturdukça yuvalarını terk etmeye meyilli biçare hemen altları kıpkırmızı kesilmiş göz bebekleri… Mor halkalar eşliğinde göz altları ve henüz ilk gençliğinde sarkmış göz torbaları… Yüzdeki bu çizgiler yaşanmışlığa işaret eder derler, Hüsrev’in alnındaki bu üç koca belirgin çizgi hangi yaşanmışlığa delalet ediyordu bilinmez ama olacaklar olmuştu, yaşanacaklar da yaşanmıştı zaten, saygı ve sevgi çerçevesinden bir hayli uzak üstelik. Gene de uyandı Hüsrev, yaşadıklarının bilincinde ve yaşanacakları bilmeden.


Eline geçen ilk sopayla kovaladı fareleri tezgahtan. Kendine bir yer seçti karşıki parktan, oturduğu bankta kovalamaya başladı gününü. Çalışası yoktu bugün. Ustası öleli bir haftayı geçmiş, sanayi eşrafıysa dışlamıştı Hüsrev’i. Bir tek köşedeki dönerci Ali insaflıydı. Her gün yarım ekmek tavuk döner hakkı vardı Hüsrev’in oradan, bir de Ali ustanın keyfi yerindeyse yanına da ayran. Hoş artık tavuktan da gına gelmişti Hüsrev’e. Merkez parka gidip el açmıştı birkaç kez. Ama orada rekabet çoktu, bir sürü dua kartı satan ve kendi gibi yalvar yakar para dilenen… En son kazancı bir taş kadayıfa zor yetiyordu ki Hüsrev şireden nefret ederdi.

Buralardan çekip gitmeyi koymuştu kafasına. Belki İstanbul belki Ankara, oralarda hayat vardı belki. Belli ki buradan iyiydi, hem şu anki halinden daha kötü nasıl olsundu? Çok çok altındaki kartonu çekerler, battaniyesine el koyarlardı.

Evvelsi gün gittiği adliyede icralık bir adam hüngür hüngürdü. Oysa şükretsindi, icralık olacak kadar malı mülkü vardı. Hüsrev'inse bir karton ve kullanılamaz halde bir torna tezgahı vardı, bir de az evvel zikrettiğim bitli battaniyesi. Yola koyuldu Hüsrev ve kurdu bugünkü dilencilik bahanesini; abi, abla, bana bugün yol paramı ver ben de artık rahat bırakayım Adana’yı. Başını kemirmeyeyim kimsenin, çekip gideyim ötelere. Biraz da Eminönü esnafı yaka silksin benden ya da Kızılay’da birkaç Suriyeliyle birbirimizi keselim üç kuruş uğruna. İlk deneğini kestirdi gözüne Hüsrev; ellilerinde bir teyze ağır aksak yürüyor, ayakta durmakta zorlanıyor ve bu dümdüz yolda rampa çıkar gibi dengesini sağlayamıyordu. Yaklaştıkça gördü Hüsrev, sağ gözü seğiriyordu teyzenin.


-Abla İstanbul’da bekleyenim var ve yol param yok, bir güzellik yap şu evladına, üç beş ne koparsa gönlünden.


-Taşı sıksan suyu çıkar be, rahmetli amcan senin yaşında ev geçindirirdi ev.


-Sen de benim gibiymişsin abla, rahmetli evle birlikte seni de geçindirmiş işte. Sen amcamın eline bakmışsın, ben de senin eline bakıyorum.


-Çekil ulan başımdan senle uğraşamam sabah sabah.


-Hadi ordan be moruk! Tek sıkımlık canını da ben almayım ikile!


Bu naif hasbihalin ardından kaldırım boyu siftinmeye devam etti Hüsrev. Önüne gelenden aynı bahaneyle para istiyor, kimi bir çorba parası kadar atıyor, kimi de sövüp sayıyor, kimi de tek kelime etmeksizin başından savıyordu. Biraz daha ilerledi Hüsrev, derken bir beyaz eşyacının vitrinindeki televizyona dikti gözlerini. Dün geceden kalma haberlerle son dakika gelişmelerini aktarıyordu spiker. Altyazıda patlamada ölen on sekiz kişinin ismi geçiyordu ve o sırada ekranda, yatta anadan üryan mankenlerle alem yapan Arap prens belirdi. Düştü gene ikilemlerin içine Hüsrev. Patlamadığı için şükür mü edecekti, yoksa Arap’ı mı kıskanacaktı? Aslına bakarsan yapılacak belliydi, yaşadığı ölümden pek de farklı değildi. İlerisi kıştı, ya donarak ölecekti ya açlıktan bu gidişle. Gönül rahatlığıyla haset edebilirdi Arap’a. Bu haber de bitti ve peşine ülke gündemleri sıralandı: işsizlik, enflasyon, geçim sıkıntısı, cinayetler, hava durumu…Yola koyuldu tekrardan Hüsrev, gerisi onu ilgilendirmiyordu. Onun için tek gündem hayatta kalıp kalamamaktı. Birkaçına daha anlattı meramını Hüsrev, derken düşüp bayıldı kaldırıma, çevredeki esnaftan biri gelip suyla ayıltmaya kalktı. Kendine geldiğinde yüzü gülüyordu Hüsrev’in. Tamam dayı bırak iyiyim, dedi.


Kanaat getirmişti artık Hüsrev, arada kalmış bir tipti. Ne zirveyi görmüş ne de dibi boylamıştı. Ali Usta'nın döneri ve hayratlar Maslow piramidinde onu ilk tabakadan ayırıyor ve metruk fabrika binasının takdire şayan misafirperverliği onu ikinci tabakadan da çekip kurtarıyordu. Üçüncü tabakaya gelememişti ama hiç gelemezdi de Hüsrev, sevgi ve aidiyet vardı zira. Bu aşama Hüsrev için heykelinin dikilmesi kadar imkansızdı. Sevgi ve aidiyet etle tırnak gibi derlerdi. O halde Hüsrev en son başını okşadığı uyuz bir köpeğe aitti. Peki Hüsrev’e ait olan neydi? Kendini bir köpek olarak tahayyül etti bir an. En son maması paslı tabildotta sudan hallice bir çorba ve tepeleme konmuş lapa pilavdı. En son sevildiği ansa bir yurt hademesinin başını okşadığı andı. Ama bir köpek bile olsa Hüsrev, arada kalmış bir köpekti. Zira ne evcil köpek kadar şaşalı bir hayatı vardı ne de barınakta kulakları kesik pireli bir köpek kadar rezildi.


Arada kalmak en beteriydi belki de, ne zirvedekiler kadar itibarı vardı ne de dertleri diptekiler kadar kâle alınıyordu arada kalmışların. Üstüne üstlük en tepedekilerle en alttakilerin mücadelesi “arasında” eziliyorlardı ara ara. Tüm caddeyi arşınlamıştı Hüsrev, derken ara bir yola saptı, sağ ve solun arasında ezilmiş ara bir yol. Üstüne geliyordu şimdi tüm apartmanlar, bakkala sepet sarkıtan teyzeler ve birazdan tüm daireleri gezecek kapıcı, veresiyeye gönülsüz bakkal, mahallenin bıçkın delikanlıları, köşeyi dönünceki parkta öpüşen sevgililer… Çivisi gözüken kıçı kırık bir banka oturmaktan başka ne yapabilirdi şimdi Hüsrev? Son bir kez daha göğe baktı ve şöyle geçirdi içinden: Şu an yerimde Turgut Uyar olsa yapar mıydı acaba gene o malum teklifi? Tutulmaya en muhtaç olduğu zamanda diyebilir miydi beni bırak göğe bakalım diye?