Kaosun kaynağındayım. Işık görmez bir yerde, rutubetin burun deliklerini sızlattığı, içerideki havanın sıcak mı soğuk mu belli olmadığı, yer altı ulaşımındayım. Metrodayım. Yüzlerce insanın yerin metrelerce altında birbirinin yüzüne, nefesine, davranışlarına bazen 1 durak bazense son durağa kadar tahammül etmek zorunda kaldığı kaosun merkezindeyim.


Bebek arabasında bebek diyemeyeceğimiz yaşta bir erkek çocuğu yatıyor. Annesi diye tahmin ettiğim genç kadın kendinden akıllı olduğunu düşündüğüm elindeki telefona gömülmüş, çocuğu bize emanet etmişçesine seyahatine devam ediyor. Çocuk o esnada tişörtünün kollarını kemirmekle meşgul. Bebeğimsi çocuğu izleyen neredeyse 100 yaşına merdiven dayamış, giyimi kuşamı gençlere taş çıkartan bir teyze. 2 vagon ileride hasta çocuğu için yardım isteyen cılız bir kadın. Perişanlığı kirli eteğinden akıyor. Dünya yansa umurunda olmaz diyebileceğimiz, son ses metal müzik dinleyen rastalı güzel kız. Evet, o çalan parçayı ben de çok seviyorum.


Kaosun kaynağında çeşit çeşit insanla karşılaşmak pek mümkün. İneceğiniz durağı takip etmek yerine insan suretlerine dalıyorsunuz ve çok kısa bir süre sonra sesinden tanıdığımız ve suretini görme şerefine bir türlü nail olamadığımız ve olamayacağımız kadın bir sonraki durağı anons ediyor. Bir sonraki durak Şişhane. Next station Şişhane. İnmem gerektiğini biliyorum ama bir yandan da kaosun kaynağını bırakmak istemiyorum. Metro durağa yaklaşıyor, kapılarını açıyor, yine her zamanki gibi yolcular inmeden yolcular biniyor. Birbirine omuz atan mı dersiniz, ters ters bakan mı dersiniz kaos o esnada da devam ediyor.


Kapı kapanma sinyalini duyduğum gibi kendimi vagondan dışarı atıyorum. Bu gecikmişlikle ne birinin omzuna “kasten” çarpıyorum ne de tanımadığım bir insana ters ters bakıyorum. Arkamı dönüp son kez -şimdilik- kaosun insanlarına bakıyorum. Bebeğimsi erkek çocuğuyla göz göze geliyoruz ve ona göz kırpıyorum. Yaşı itibarıyla göz kırpmasını beceremeyip iki gözünü birden kırpıyor. Bana çokça güvendiğini hissediyorum. Güvenme çocuk. Şu an varım, sen gözünü kırpıp açana kadar yok olacağım. Kendine iyi bak bebeğimsi erkek çocuğu ve bir an önce sığamadığın ve rahat edemediğin o bebek arabası ile duygusal ve fiziksel bağını kopart. Yaşıtların yürüyor, koşuyor. Senden bir adım öndeler. Şimdi kopmaya karar verirsen aradaki açığı kapatabilirsin. Ellerinin o cılız parmaklarından öpüyorum. Hoşça kal.


Rutubet kokusu beni oldukça rahatsız ediyor. Çok yakın zamanda bronşit oldum o yüzden rahat nefes alamıyorum. Kaosun merkezini yürüyen merdivenlerle hızlıca terk ediyorum. Yürüyen merdivende; yürüyenler soldan devam eder, yürümeyenler ise sağda bekler. Bu genel-geçer bir kuraldır fakat sol tarafta durup bir de üstüne üstlük yürümek istemeyenler var. Onlar için önemsiz gibi görünse de senin için çok önemli olan birkaç saniyeni çalanlar. Bunun hesabını diğer tarafta verecekler hiç şüphesiz.


Metronun suni ışıklarından sonra gözleri yakan güneş ışığının varlığı kendini hissettiriyor. Kaosun kaynağından İstiklal Caddesi’ne çok az kaldığını anlıyor insan. Binlerce kez yürüdüğüm caddeye sonunda ulaşıyorum. Hiçbir şeyin değişmediğini görmek iç huzuru veriyor insana. Hep o aynı keş ve leş manzara. Metronun çıkışında yatan zoraki evsizler, çıplak ve kirli ayaklarıyla oradan oraya koşan, insanların eteğine yapışan, dilendirilen dilenci çocuklar. Yiyecek bir şey bulabilirim umuduyla çöplerle hemhal olan ağzı yaşmaklı kadınlar. Bir manzara hiç mi değişmez, hiç mi güzelleşmez? Değişmez ve güzelleşmezmiş. Bunu yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum. Hiçbirine acımıyorum.



Tanıdık, gözün aşina olduğu, değişmeyen leşliğin ortasında restore edildikten sonra ihtişamıyla parlayan 93 Rus Harbi’nin karargahı Narmanlı Han karşılıyor beni. 1831 yılında Giuseppe-Gaspare Fossatti kardeşlerin mimarlığını yaptığı Narmanlı Han birçok insanı ağırlıyor. Belli bir süre Rus Hapishanesi olarak da kullanılan bu mimari, 2018’deki restorasyondan sonra, şimdilerde insanların karınlarını doyurabildiği, alkol ve kahve tüketebildikleri ve zaman geçirebildiği modern bir hapishane olarak dirilmiş. Bu düşünce ile vakit geçirmek keyif vermiyor değil insana. Hapishanenin içinde kurulmuş ve günümüz mimari algısıyla restore edilmiş modern bir hapishane. İnsan daha ne ister? Peki ya kafamızın içinde özenle baktığımız ve vazgeçemediğimiz demir parmaklıklar?


Narmanlı Han’a giriş yapıyorum. Girişinden itibaren yanan sarı devasa ampuller gözümü alıyor. Geçmişi hapishane olan bir yer için fazla ışıl ışılsın. Zamanında hapishane olan han, bir bardan gelen yüksek müzik sesiyle inliyor. Sahi o kadar sesin içinde mahkumların da çığlıkları çalınıyor mu kulaklarınıza? Bu yüksek ses sebebiyle birbirini rahatça duyamıyor insanlar ve bazen aynı cümleyi birden fazla kez tekrarlamak zorunda kalıyor. Ama yine de olabildiğince keyif almaya çalışıyorlar.


Bir zincir kahve işletmesini gözüme kestiriyorum. Seninle o her zamanki oturduğumuz yerde dünya nüfusuna bolca katkı yapmak istercesine çocuk yapmış bir Arap aile oturuyor. Arap olduklarını kıyafetlerinden değil yüksek sesle konuşmalarından anlıyorum. 2006 senesinde Arap Yarımadası’nda bulunmuş, o kulak zarı delen kakofoniye maruz kalmış ve yaşadığım bir cinsel taciz hikayesiyle doğup büyüdüğüm topraklara dönmüştüm. Benim için pek bir kutsallığı kalmamıştı artık o “Kutsal Toprak”ların. Artık siz ne demeyi tercih ederseniz.


İnsanlardan olabildiğince uzak bir yere oturmuş, sıcak havadan dolayı suyun bardağından süzülerek aktığı soğuk kahvemi almış, kağıt ve kalemle bakışıyorduk. Kahvecide çalışan kasiyer kız kahvemin üstüne adımı yazabilmek için adımı sormuş, Eleni demiştim. Anneannemin oturduğu çıkmaz sokakta Rum asıllı bir teyzenin adıydı. Sabah akşam camın önünde oturur, burnumu gıdıklayan naftalin kokusu eşliğinde sohbet ederdik. Madam Eleni’yi tanımanın coşkusu şu yaşımda bile hala içimde.


Bunca keş ve leşin, leşliğin arasında kalemimi nasıl oynatacağımı düşünüyordum. Kakofoniyi az da olsa susturmak için kulaklıklarımı taktım ve beni buradan alıp götüreceğine inandığım bir albüm açıp dinlemeye başladım. Kalemim elimde titriyordu. Ama sana buradaki tüm keşliği ve leşliği anlatmalıydım. Tanrı yazabilme gücü versin.


“Şimdi sen çok uzaktasın. Yakın ama uzak. Bir telefon görüşmesi, bir mesajlaşma kadar yakın. Tüm bunları yapmayacak kadar uzak. Ama hayır sen uzakta ve uzaksın. Bedeninle birlikte ruhunu da alıp götürdün beraberinde. Sahi, iyi mi gittiğin yerler? Sana iyi bakıyorlar mı? Sana iyi davranıyorlar mı? Baban yine sabahın bir saatinde gelip seni uyanman için zorluyor mu? Deniz nasıl, ya o gittiğin koylar? Dalgalı mı, dingin mi, berrak mı? Adı neydi şu sevdiğin koyun, Akyaka’mıydı? Hatırlamıyorum. Sen nasılsın? Özledin mi buranın keşliğini ve leşliğini? Sen severdin Beyoğlu’nun arka sokaklarını. Tavla pullarını kırarcasına tavla oynamak. Yaktığın sigarayı oyunun heyecanıyla içememen. Tüm bunlar her neredeysen orada da var biliyorum.

Sesini hatırlamıyorum. Yüzünü, mimiklerini, kelimeleri yanlış telaffuz etmelerini... Hepsini unutuyorum yavaşça. Biliyorsun hastayım ve unutkanlık benim savaştığım bir düşman. Seni unutuyorum... istemeden. Tüm bu keşliğin ve leşliğin, kesemediğim kakafoninin arasında seni unutuyorum. Ha sahi seninle oturduğumuz şu arka sokaklardan birinden geçerken çocuk mu desem genç mi bilemediğim elindeki poşeti can hıraş soluyan bir delikanlı bıçak çekti bana. Yalnızdım. Sen yoktun yanımda. Sadece yüzüne baktım ve gülümsedim. Bıçağı yerine koydu, gözlerini devirdi ve ağır adımlarla uzaklaştı yanımdan. Bunu sana anlatamadım. Uzaksın çünkü. Gittikçe de uzaklaşıyorsun. Seni durduramıyorum.

Sana kaosun, keşliğin ve leşliğin merkezinden yazıyorum. Seni unutuyorum.