Kaldırımın kenarına doğru yürürken üzerindeki ölü toprağını artık atmak gerektiğini anladı. Karşıdan gelen ya da yanından geçen insanlar vardı ama hiçbiri durumun farkında değildi. Görmek için bakmak gerekir ya, öyle bir durumdaydı. Cebinde on lirası vardı. Son bir hafta bu para hiç eksilmemesine rağmen hayatta nasıl kaldığını anlamadı. Dün gece olanlar aklına geldi. Hüzünlenemedi çünkü çok daha kötülerine şahit oldu. Düşünceler arasında bir bir kaybolup giderken karşı yoldan bu tarafa kendisine doğru iri gövdeli, kıvırcık uzun saçları olan yuvarlak suratlı bir adamın bodoslama çarpmasına engel olamadı. Haliyle yere düştü. Bir şey söylemeye fırsat kalmadan adamın yanından tıpkısının aynısı olan bir kadın eli uzandı. Kadının ellerinin yumuşak olması onu şaşırttı. İri bir bedene sahipti ama yumuşak elleri vardı. Çok geçmeden özür dilediler ve gidecekleri yöne doğru gittiler. Arkalarından bakmakla yetindi. Mesafe epey açılmıştı. Şimdi o iri insanların iki küçük bedeni görünüyordu. O hep zihninde iri insanların çok sert olduğunu tasarlamış, belki de kalpleri olmadığına inanmıştı; yanıldı. Bu ilk de değildi.


Kendisi inişleriyle çıkışlarıyla beraber yirmi yedi yaşındaydı ya da yirmi yedi yaşındaydı herhâlde. Zayıf kolları vardı. Derisi ile iskeleti birbirine yapışmıştı. Kahverengiydi pantolonu ama yamalarının renkleri farklıydı. Yamalarını çok severdi ve her yama, sevdiklerinden bir hatıraydı. Sevdiklerinden bunca uzakta yaşayamaya çalışan adam neden yamalarında taşırdı onları? Belki de hiçbir zaman bu soruya cevap veremeyecekti. Dükkan tabelalarını okumak bir hobi gibi bir şeydi onun için. Sol tarafında kalan lokantanın camında “Bulaşıkçı Aranıyor” ilanına küçük gözleri ilişti. Ceplerini yokladı. On lirası kaldığını biliyordu ama gene de yokladı. Belki de birdenbire kendiliğinden çoğalıverirdi, neden olmasın diye umut etmiş olacak ki ceplerini yokladı ve on lirası olduğuna ikna oldu. Gömleğinin üst düğmesini ilikledi ve içeri girdi. Kısa bir süre, içeride lüzumsuz bir konuşmadan sonra dışarı çıktı. Anlaşma sağlanamamıştı, o farklı bir şey için girmişti ama dinlenmeye lüzum yoktu ve çabucak dışarı çıktı. Zaten kapının dibinde zibil birikintisi vardı hatta ve hatta zibil dağı vardı, neredeyse o dağa karıncalar yuvalanacaktı. İçeri girerken bütün dikkatini o zibile, zibil dağına vermişti. Def etti bu düşünceleri kafasından ve yürümeye devam etti.


Haline acıyan insanlar oldu mu, fenaydı. İşte o günlerin gecesinde uyuyamazdı. Eski günlerini düşündürürlerdi bu insanlar ona, sonra düşündüğü için pişman olur ve ağlayarak uyurdu. Sonra, birden aklına bir şey gelmiş, acelesi olan insanlar gibi geldiği yöne doğru döndü ve adımlarını sıklaştırdı. Hava bunaltıcıydı. Gömleğinin iki düğmesini birden açtı. Ucunda hiçbir şey olmayan, sıradan, hangi maddeden yapıldığını bilmediği kolyesini hatırladı. Teni ıslaktı ve hava gitgide daha da bunaltıcı hale geliyordu. Bugüne kadar aklına bile getirmemişti kolyesinin ucuna bir şey iliklemeyi, en azından insan yerden bir taş alır, bir şeye benzetir ve takardı ama o yapamazdı çünkü çoğu düşüncesinin anahtarı buydu ve onu değiştiremezdi, öyle kalmalıydı saygısızlık olurdu, öyle teselli etti kendini. Derin bir iç geçirdi ve derin bir nefes aldı. Öylesine derin bir nefes aldı ki sanki hayatta ikinci şansı yakalamış ameliyatlılar gibiydi. O sıra yaya geçidinde bir tanıdık gördü. Bu tanıdık biraz sevimsiz, tüyleri alınmamış, kahverengi gözleri olan siyah çirkin bir köpekti. Kara bir köpekti, ayakları kısaydı ve enine uzundu, artık kaçıncı yavrusunu doğurmuş ve emzirmişse memeleri epey sarkıktı. Bu Köpeği görenler siyah tüy yumağı yürüyor derlerdi ve haklıydılar. Çünkü köpeğin öyle bir görüntüsü vardı. Çok severdi o çirkin köpeği. Her gün aynı saatte olmasa da günde bir defa karşılaşırlardı. Bugün de karşılaşmışlardı işte. Köpek ona doğru seğirtti ve dilini dışarı çıkardı. O da başını okşadı, tüylerini okşadı, bir iki el hareketi ile kendince basit oyunlar yaptı. Köpek mutlu olmuştu. Cebinden biraz kuru ekmek çıkardı. Yolun kenarında duran ağacın altındaki su kabında ıslattı. Sırılsıklam olan kuru ekmek biraz olsun yumuşamıştı. Bu ekmek artık köpeğin hakkıydı ve hakkını hak sahibine teslim etmek gerekiyordu. Köpeğin önüne koydu ve yürümeye devam etti.


İri kadın ile iri adamı bir türlü zihninden def edemiyordu. Yanından geçip gittiler hatta biraz yıkmışlardı ama geçip gitmişlerdi. Takılmıştı bir kere zihnine. Bu saçma düşünceler onu deliye çeviriyordu, zaten görünüş olarak deliden farkı yoktu bari zihni sağlam kalsın istiyordu. Hemen onların hayatlarını kafasında canlandırmaya başladı; nasıl giyindiklerini, nasıl yemediklerini, nasıl uyuduklarını ama en çok merak ettiği birbirlerine sarılırken kendi ellerinin kavuşup kavuşmadığıydı. Sahiden iki iri insan birbirine sarılırken elleri kavuşur mu?   


Neden hızlı hızlı yürüdüğünü unuttu ve adımlarını seyreltti. Dışarıdan bakanlar onun bu yürüyüşüne gülerlerdi. Yoksul ve kimsesiz bir insan nasıl olur da böyle mutlu ve keyifli bir yürüyüş yapabilir? Adımlarını atarken tek bir gayesi vardı, o da gölgeden yürümek. Nereye gittiğinden çok, nasıl gittiği önemliydi. Belki de gitmek istediği bir yer vardı. Caddenin sonundaki parka gelmişti artık. Bu parkta kocaman bir bina vardı. Binanın sırt yüzüne bakıyordu. Tarihe meydan okuyan bu itfaiye binasına meydan okuyan birileri vardı ve çok kalabalıktılar. Bugüne kadar yürüdüğü en kalabalık kaldırımdan bile daha kalabalıktı. Aslında onlar için kalabalık yerine sürü kelimesi kullanılıyor. Hepsi birbirine benziyordu, aralarına sonradan katılanlar da vardı. Çoğunun rengi maviydi. Sonradan katılanların renkleri farklıydı. Sinir bozucu bir durumdu. Çünkü uçarlarken hemen fark ediliyorlardı, oysa onların hepsi aynıydı ve hepsi birdi ve öyle kalmaları gerekirdi. Neyse ki güvercinler bizim gibi bencil varlıklar değildi. Arkadaş canlısıydılar. Kendi anılarındaki yüzler geldi aklına. Yüzüne bakıp ondan tiksinen insanların yüzleri vardı hep aklında. Bu yüzler hiçbir şeye benzemeyen tiksinti yüzleriydi. Her bir insandan bir parçaydı bu yüzler.


Gömleğinin cebinde bir avuçtan daha az kuşlar için ayırdığı buğday vardı. O sıra parkta oynayan küçük bir çocuk kendisine doğru geldi. Bu çocuğun yüzüne gülümsedi. Bu çocuğun elleri de çok yumuşaktı. Buğdayın hepsini çocuğun avuçlarına doldurdu ve artık iki avucu da tepelemesine kadar dolu olan buğdayları vardı. Binanın arka kapısındaki merdivenlerde oturdu. Dört-beş basamaktan oluşan bir yükseklikteydi. Ayağını uzattı. Sağ dizini kaldırdı. Elini dizinin üstüne koydu. İki avuç dolusu buğdayı olan az önceki küçük çocuğa seslendi. İlk denemesinde başarılı olamadı. Gırtlağını temizledi, tekrar seslendi, velet kaybolmuştu ortalıktan, buğdayları da gelişi güzel yere atmıştı. O keyif ile uzanıp güvercinlerin buğday için çatı aralarından yere uçuşlarını, birbirlerini kargışlamalarını izleyecekti. Birbirlerine çarpan kanat seslerini duyacaktı. O keyfini sürememiş olsa da aslında tam olarak hayalindekinin aynısı olmuştu. O hayıflanırken güvercinler yukardan aşağıya süzülmüşler, yere konmuşlar, çıtçıt kanat seslerini duyurmuşlar ve birbirlerini kargışlamışlardı. Kendisine bakan birileri olduğunu fark etti. Dikkatle onları inceledi. İki kişiydiler.


Birisi gözlüklüydü. esmer tenliydi ve kara kaşları vardı. Gözleri de siyahtı. Diğerinin ten rengi onun bir iki ton açığı, gözlüksüz, kısa saçlı ortadan az uzun, zayıflıktan biraz fazla ince bilekleri olan biriydi. Kolunda siyah kayışlı bir saat vardı. Saatin içini yeşil ve siyah renkler ile oluşturmuşlardı. Konuşmaya başladılar. Sonra yanlarına biri daha geldi ve bu çirkin görüntü artık üç kişilikti. Gözlükleri olmayan, uzun saçlı, orta boylu, bilekleri ince olan çocuktan kalın ama diğer çocuktan ince, biraz sevimli biriydi. Kısa bir an iç geçirdi. Gözlerini uzağa dikti. Az önceki keyif oturuşunu yaptı. Beklemeye başladı. Parkın bugün epey ziyaretçisi vardı. Çocuklar gözden kaybolduktan sonra tekrar görünmüşlerdi ve bu sefer ellerinde bir torba dolusu buğday vardı. Hemen kaç avuç dolusu buğday olduğunu hesaplamaya koyuldu. Bu kadar buğdayla bir sürü avuç dolar taşardı. Mutlu olmuştu birden. Güvercinlerin karnı açtı ve bu insanlar onlar için buğday getirmişlerdi. Az öne hayal ettiği, kafasında kurguladığı gibi serpilmişti buğdaylar. Buğday taneleri yere düştüklerinde zarif bir ses çıkarırlardı ve o sesi duymuştu, kulaklarıyla övündü, gurur duydu bir an. Sırayla serpiştiriyorlardı buğdayları. Neredeyse çalılığın her tarafı buğday olmuştu ve her yerde kuşlar vardı, sadece güvercinler yoktu. Hemen hemen çatıda yuvalanan bütün güvercinler aşağıya doğru süzüldüler. Çocukların torbası çoktan boşalmıştı. Bir anda kayboldular. 

Güvercinler yerleri temizlemekte gerçekten de zorlanıyorlardı, bolluk vardı resmen. Biraz sonra çocuklar tekrar geldi, ellerinde yine bir poşet buğday vardı. Yine her tarafa serpiştirdiler. Kuşlar için kıyak gündü doğrusu. Doymuşlardı ama kuşlar. Çocuklar ne kadar çaba sarfetseler de yukarıya çıkan kuşlar tek tük aşağıya iniyorlardı. Kalabalık yoktu artık. Birden kendisine doğru bakan çocuğun gözlerine dikti gözlerini, kuşları temsilen o vardı ve kuşlar adına ince bir tebessümle teşekkür etmişti. Çocuklar, biraz uzakta birbirlerine sarıldı; ikisi bir yöne diğeri ayrı yöne gitti. Onlarında hayatlarını merak etti.  

 

Gün geçmiş akşam olmuştu bile. Artık parkta kendi başına kalmıştı. Cebinde köpekten kalan kuru ekmeği çıkardı, ağacın altındaki suda iyice ıslattı, eski yerine döndü, biraz hüzünlendi. Bir ısırık aldı, ekmek fazla sulanmıştı. Çabuk dağılıyordu. Daha da hüzünlendi ama ilk değildi bu ve son da olmayacaktı. İlk damla sağ gözünden düştü. Bugün yaşadıklarını düşündü. Herkesin keyfi yerindeydi. Kader ona da gülmüştü, çok kez göstermişti merhametini. Kendi haline acıyan insan olmaktan korktu ve hemen kendisini toparladı. Çalılıların arasında duran gazete kâğıtlarını aldı; bankta unutulmuş, modası geçmiş gazeteler vardı, bu gazeteleri de ekledi. Kendisine bir yastık yaptı. Yorulmuştu yaşamadan geçen günleri ve yaşanmışlıkları yüzünden. Öylece uzandı kılıksız adam. Kuşlar örttü onun üstünü ve orada uyuyakaldı.