Kendisi cami önünde insanlara vaaz verirken ona itiraz eden bir adamı tekfir edip birkaç gün sonra şadırvanda abdest alırken başına takunyayla vurarak öldürdüğü için alındı, sonra bize getirildi. Şimdi onu dikkatlice dinleyin.
"Ona da öğreteceğim tüm bildiklerimi hatta benden daha iyi olacak." dedi, gözlerindeki buhurdandan çıkıp etrafı kaplayan inanç ve hırs tütsüsü. "Çünkü bir babanın en büyük görevi evladının hayat denen bu sahnede seyirci değil sahnedekilerden olmasını sağlamaktır; kimse çok iyi bir seyirci olduğu için alkış, takdir, para almaz ama sahnede figüran da olsan hatta ağaç rolünde bile olsan alırsın bunları." diye ekledi avucuna bakıp. Sanki orada yazıyordu söyleyecekleri nicedir bu konuşmaya çalışmış ve tiradını unutmamak için avucuna yazmış bir oyuncu gibi.
Yılların içicisi olmanın verdiği ustalıkla paketten tek hamlede çıkardığı sigarasını kibritiyle yaktı, çıkan mavi beyaz dumanla birlikte bir müddet hülyalara dalan Yeşilçam jönü gibi pencereden gökyüzünü süzdükten sonra sadece sudan geçirildiği için ağız kenarında kahverengi lekeler olan bardaktaki çayına baktı. "Mesela..." dedi, ardından çok önemli şeyler söyleyecek birinin edasıyla hafifçe başını öne doğru uzatarak ve bir avcı gibi etrafını süzerek. Herkesin onu dinlediğinden emin olduktan sonra tekrar etti.
"Mesela... Bir memur düşünün işinin ehli, kafası çalışan, çalışkan ve istidatlı. Evladına kendi işinin inceliklerini öğretebilir mi? Katiyen hayır! Neden? Çünkü gereksizdir. Evladı onun gibi olmayabilir veya memuriyeti seçmeyebilir. Bu yüzden o babanın görevi evladını ya iyi okullarda okutup meslek sahibi yapmak ya da erkenden bir zanaat öğrenmesini sağlamaktır. Ammaa benim öyle mi ha? Değil... İş hazır, çekirdekten yetişecek. Okul mu? Bakkal matematiği, bir de okuma yazma bildi mi fazlası israf. Haa bir de din bilgisi."
Bu son cümleyi herkesin bir müddet düşünüp idrak etmesi için yavaşça söyledi ve arkasına yaslanıp sigarasından bir nefes daha çekti dumanın ciğerlerine inişini hissederek. Konuştuklarının dikkatlice dinlendiğini anlayan bir konuşmacının duyduğu hazzı hissediyordu şimdi içinde ve göğsünün tam ortasında bir gurur tahtı kuruldu seyircisini yakaladığı için.
"Babam ben çok küçükken göçmüş öteye, o yüzden tanımadım hiç. Bir tek eski yıpranmış bir fotoğrafı vardı duvarda asılı. Kasketli, külot pantolonlu, körüklü çizmeli, cepkenli, omuzda ceket, filinta bıyık, keskin bakış... Pek gülmezmiş, annem öyle derdi. Bir tek çok hoşuna giden bir şey olursa hafiften bir dudağı yana kayar gülümsermiş, o kadar. Erkenci olmasaydı babam, ne olurdu? O fotoğraftaki adam var ya, yaptığı işi nakışına kadar öğretirdi bana ve ben şimdi bin kat daha iyi olurdum işimde. Yine de şükür bir namımız, bir nüfuzumuz var."
"Hiç keşke başka türlü bir iş yapsaydım dedin mi abi?" dedi, seyrek kirli sakallı, gözlerinin altı çökük ve mosmor olmuş; zayıflıktan burnu iyice belirginleşmiş dinleyicilerinden biri; damarlı elinin ince uzun parmaklarıyla havada sanki zamanı geri alıyormuş ve ona bir fırsat sunuyormuş gibi bir hareket yaparak.
"Düşündüm bir ara ama bize uymaz başka iş. Ben emir alamam, mizacıma ters. Hele öyle sabah 8 akşam 5 hiç gelemem. Serbest meslek desen, algıydı vergiydi uğraşamam. O yüzden ben bu iş için yaratılmışım. Hem bu işi öyle herkes yapamaz. Bir kere zeki olacaksın hem de çok. Karşında Aynştayn olsa sana eyvallah edecek. Sonra kanunu nizamı sen yazmışsın gibi bileceksin. İnsan sarrafı olacaksın adamın bakışından hayatını okuyacaksın. Bir de ölü gibi soğukkanlı olacaksın ama öyle sözde değil harbi olacaksın."
İçerinin duman altı havası, çaydanlığın sesi, kesif insan kokusu cümlelerin etrafını sararak eski bir kocakarı büyüsü gibi dinleyenlere sirayet etti.
"Kuruduk burada be ağalar, çayları tazeleyin de canlanalım." dedi. Çay bardağını masanın köşesine doğru sürerken sanki içenin dudaklarından onun dertlerini kendine çekmiş gibi boynu bükülüp kamburu çıkan sigarasının külünü tablaya döktü. Az önce soruyu soranın gözlerine bakıp ama aslında onun içini görmeye çalışır gibi;
"Sen keşkelerin adamısın belli ki..." dedi, "...bu soruyu sorduğuna göre... Yaptığın işten, yaşadığın hayattan, hataların ve doğrularından yola çıkıp kendini yaratacağına, hep başkalarına bakıp keşke demişsin." Sorunun sahibi, suçüstü yapılmış birinin panik ve heyecanıyla gözlerini kaçırdı. "Utanmana gerek yok, yalnız değilsin çoğu insan böyle. Sadece kimse bunu kendine itiraf etmiyor çünkü itiraf acı demektir. Mevcut hallerinin iyi yanlarını onlar istemişler, kötü yanlarıysa hep başkalarının, en basiti de hayatın, kaderin suçuymuş gibi yapıyorlar."
Dinleyenlerden biri, elindeki sarı kehribardan tesbihin tanelerini çekmeyi yavaşlatarak "İyi, güzel, hoş diyorsun da huzur nerede bu mevzuda? İnsan huzur olmazsa nasıl yaşar değil mi? Hem vicdan denen de bir şey var" dedi.
"Doğru söylüyorsun huzur önemli. Ama huzurdan ne anladığın daha önemli. Senin huzur dediğin sorunsuz dertsiz bir hayat doğru mu? Bense huzuru kendimi kendime kanıtlamakta buluyorum. Bir işi ne kadar mükemmel yaptıysam o kadar huzurlu olurum. Vicdana gelince bizim işte en vicdanlı taraf bizizdir. Biz zekâları savaştırırız. Kim daha zekiyse o kazanır. Karşısındakinin zor durumundan faydalanmak isteyen, köylü kurnazı, ruhunun derinliklerinde açgözlü olan, dürüst olmayan kişilerdir bizim savaştığımız. Asla ama asla hiçbir masumla, iyi niyetliyle, kendi halinde olanla işimiz olmaz. Biz olta atarız, ağla ya da dinamitle işimiz olmaz."
Bu cümle, yıllardır yaptığı işi özetlemek için zihninin derinliklerinle demlenmiş ve Alaaddin'in sihirli lambasındaki cin misali birinin onu ovalayıp dışarı çıkartmasını bekler gibi karanlıktan çıkıp ışığa kavuşmuştu. Şimdi başka kulaklarda başka zihinlerde de yıllarca hayat sürecek orada başka cümlelere başka fikirlere can verecekti. "Biz toplumun aynasıyız. Herkeste olanı kullanarak para kazanırız. İşte bu yüzden en dürüst biziz çünkü ikiyüzlü değiliz."
"Ooo Mazhar nasılsın, ne anlatıyorsun?" dedi doktor, önce Mazhar'ın ciddiyetle keskinleşmiş hatlarıyla heykel gibi duran yüzüne sonra masanın etrafında duran boş sandalyelere bakarak. Ve cevap beklemeden ekledi. "Hadi geçelim artık odana."
"Sen de kimsin birader? Sohbet ediyoruz şurada. Hem ne demek bana emir vermek ha?" dedi gözlerinde öfkenin kıvılcımları parlayarak.
Doktor eliyle kapıda bekleyen hemşirelere gel işareti yaptı. "Mazhar Bey'i odasına götürün" dedi gülümseyerek.
Mazhar o anda öfkeden deliye döndü. "Bırakın ulan beni. Siz kimsiniz?! Harcarım hepinizi!" diye hemşirelerin elinden kurtulmaya çalışıyordu. Sarf ettiği küfürler, ağzından tükürük ve öfke sıcaklığıyla odanın her yanına dağıldı. Doktor ve hemşireler alışıktı Mazhar'ın bu haline. Birkaç dakika sonra bu halinden eser kalmayacak sakin munis bir beyefendiye dönecekti. Her gün farklı bir işin erbabı olurdu Mazhar ama asla o işin ne olduğunu adını söylemezdi. Çünkü adlar, gerçeği örten karanlık birer sis perdesinden başka bir şey değildi. Arif olan anlardı nasıl olsa.
"Müsait misiniz?" dedi hemşire çok önemli bir görüşmeyi bozmanın verdiği huzursuzlukla.
"Gel gel, müsaitim." dedi Doktor, "Mazhar Bey'le sohbet ediyoruz."
Mazhar Bey, hemşireye eliyle gel işareti yaptı ve "Doktor Bey’i odasına kadar geçirir misin? Bugünlük sohbetimize burada son verelim yarın devam ederiz." dedi gülümseyerek.
Hemşire baş üstüne anlamında bir reverans yaparak az önceye kadar hararetle ve duygu fırtınası içinde bir şeyler anlatan ama şimdi tam bir ceset sessizliğiyle hemşirenin yüzüne donuk gözlerle bakan adamın koluna girip odadan usulca çıktı.
Mazhar Bey yanındakilere "Bu konudaki tespit ve görüşlerinizi bir rapor halinde bekliyorum." dedi ve önündeki soluk pembe renkli dosyayı açtı; içindeki kâğıtlara göz gezdirdikten sonra defterine sadece bu işte kullandığı kırmızı dolma kalemiyle şu notu düştü:
Geldiğinden beri kimseyle muhatap olmuyor. Sürekli bir şeyler anlatıyor ama hangisi gerçek hangisi değil bilmek zor çünkü ona dair veriler çok yetersiz. Asla nasıl bittiğini bilemeyeceğimiz, sonu yazılmamış hikâyeler gibi her gün yeni bir yüzle karşımıza geliyor ve aynı hikâyede birden fazla yüzünü anlatırken anlattıklarına bir peygamber gibi inanıyor.