Eski dergilerden fotoğrafları ayırırken İkinci Dünya Savaşı'nda çekilmiş bir fotoğraf takıldı gözüme. Hayatı enkaza karıştırılmış küçücük bir kız çocuğu... Gözlerinin ardına dünyanın çivisi saplanmış ve korkuları, cevabını veremediği soruları ve insanların kendinden görmediği, anlamını bilmediği acımasızlık duygusu bir çift gözü kan kuyusuna atıyor. Çivi yerinden çıkıyor bir şekilde ve çıktığı günden beri insanlık kendisini o boşlukta her geçen gün biraz daha kaybediyor. Çünkü yaşam üzerinde, gerçek adı verilen bir kaya var ve bu kaya Sisyphus’unkinden çok daha büyük. Milyarlarca insan, milyarlarca kaya! İnsan eti ağır olur derler. Yetmez, üzerine kayalar eklerler. Bir terazi kurulur, insan insana kırdırılır, sonra birisi çıkar ve buna adalet der. Taşınan tüm bu yükler hangi çıkılmaz tepenin sürüklenen kayası olur bu zamanda, bilmiyorum, insanlık olarak nereye gidiyoruz, artık fikir üretemiyorum. Sisyphus da taşıdığı kayanın altında ezilmeyi istemiştir belki. Hem de her seferinde.. Neden vazgeçmedi ki? Eksik hissettiği için mi? Yoksa o da mı korkak? Amacı neydi, her seferinde olur düşüncesiyle yola çıkmak mı, yoksa olmazına olan bağlılığı mı? İnsanlığa verilmiş en korkunç cezanın nasıl bir sevdası olur ki? Hem imkânsıza olan umut, acılar içinde ölümü istemek gibi değil mi?


Hiçbir zaman bir çıkış yolu aramadık belki de. Zamanda bir köprü kurduk kan dolu nehir üzerine ve temeli sağlam olsun diye yine insanlarla doldurduk altını. Mahkûm ettik et parçası altına gizlenmiş tüm kötü düşüncelerimizi, öfkemizi, hazzımızı, nefsimizi ya da tam anlamıyla ruhumuzu bu adaletsizliğin içerisine. Giderayak fark etmeye başladım bu durumu ve şu an dönüp de geriye baktığımda gözlerimin önünde sadece bu karanlığın sonsuzluğu duruyor.


Sonu çıkmaz olan bir sokakta kaldırım taşlarını tekrar tekrar saymanın bir anlamı yok çünkü ve bir hayatı ya da bir düzeni değiştirebilecek gücüm olmadı hiçbir zaman. Kaderin bana biçtiği payda isyankârlığın kum üzerinde atılan birkaç kulaç oluvermesi ve bu bilinçle önüme koyulana razı olmakla geçti hayatım. Hissin bir önemi olmadı, hayatta yeri vardı fakat ait olduğu yer insandı. Hayat, insan ve duygular iç içe geçirilmiş birer matruşka sadece. Yani hayat ile hisler arasına insan girdi ve insan bu yeryüzünün başına gelmiş en büyük çileydi. Çoğumuz bunu fark ettik ama yine de ses etmedik. İşimize gelmeyen her şeye bazen güldük, bazen üzüldük ama hepsini tek bir sonuca bağladık ve geçtik. Hayat... Onu orada unuttuk. Çağımızın hastalığı değil mi zaten unutkanlık? İnsanları, söylemleri, yapılanları ve kıyılanları unuttuk ve bu durumu öylesine benimsedik ki yaşadıkça arkasına saklandık.


Annemden aldığım ilk hediye kalbimdi ve ben yaşadığım süre boyunca onu parçalarına ayırmayı başardım. Onunla aldığım ilk nefesimde hissetmiştim belki ciğerlerimi, ama onun da iyi durumda olmadığı aşikâr. Bu da benim en büyük saygısızlığımdır. Hayatıma genel olarak bakıldığında henüz sonuca varılamamış bir intihar eylemi gibi duruyor olması çaresizliğimdir. Doğmuş ve sonrasında ölmeye yüz tutmuş gibi geçirilen bu yolculukta, gidiş hattımda seçtiğim tüm yönlerde okların ucu yere biraz daha yakın geldi. Çünkü bizler büyük şehrin içerisine hapsedilmiş küçücük insanlardık. Ara sokaklarda unutulmuş, iki bina arasında ipe dizilmiş çamaşırlardan süzülen hayatları giydik üzerimize. Farklı dört hayatı bir arada yaşayan çekirdek ailenin ikinci çocuğu olarak geldim dünyaya. Ağzında kalan son dört dişin ikisini sigara tutabilmek için kullanan, gözleri duman altından bakan bir ebe sayesinde. Ki bu da gidiş hattımın başlangıç noktasıdır.


Mührünü gırtlağıma yapıştırdığım bir yalnızlığın içerisinde etten çok kemik yığını oluyorum gün geçtikçe, aç karnına geçirdiğim her an bu yük biraz daha azalacakmış gibi geliyor ve ben direniyorum bu terk edilmeye razı olunan günlerin üzerime sinmişliğine. Daldığım düşünceler gitgide çirkinleşiyor ve hiçbir mağazanın vitrininde sergileyemeyeceği bir elbise gibi üzerimde kalıyor. Bekliyorum öylece, bedenimde çirkin bir elbise... Kafamın içini isteksiz yatağa girmiş ve orgazm olmayı beceremeyen sorularla doldurup taşırıyorum. Yorgun düşürmeden kendisini, hareket halinde debelenip duruyor hepsi ve çözümsüz kalıyorlar. Kaçıp kurtulmak istiyorlar. Bırakmıyorum. 


Bırakamam ki zaten. Fazlasıyla kayıplar verdim. Elimde kalmış ve bana ait olan tek şey beynime hapsettiklerimdir. İçe kapanıklığım ise dışarıda bir şey kalmadığındandır. Küçük yaşlarda başladım yitirmeye. Annem göçe zorlanıp gönderilirken bu dünyadan bilmiyordum onun pamuk ipliği olduğunu. Ve bana ait olan her şeyin, tüm hislerin ona bağlı olduğunu. Hepsi onun saçlarına takılıp gidiverdi hayatımdan öylece.


Sekizinci yaşımın yirmi altıncı günü! Doğum günümden sonra günleri saydığım için bir dönem aptal olduğumu düşünsem de çocuk aklıyla kutlayamadığım her yaşımı gelecek sene kutlarım ümidiyle günlere çizik atmaya başladığımda fark ettim hayatta geç kalmanın nasıl bir his olduğunu. Çocuk aklıyla, yok saydıran davranışlar karşısında... O günden sonra da bıraktım zaten saymayı, o gece babamın ilkleri yaşatma günüydü. Bir şişe şarap ve çikolatalı küçük bir pasta ile girdi vaktini bekleyen, henüz kana karışmamış eller kapıdan içeriye. Bilemedim, bir ile sekiz arası mı, yoksa sekiz ile gelecek arasına mı kesilirdi pasta? Kestiremedim. Görülecek güne ilk taksiti ödedim; çocuk yaşımı, sırasını bekleyen her kutlu günü ve en önemlisi de annemi teslim ettim o gece. Sabah uyandığımda yerde yatan annemin yüzünü gördüm ilk önce. Tek yerkürede ülkelere ayrılmış dünya gibi, paramparça... Babam kesmişti annemin yüzünü uyuduğum uykuya lanet ettiğim gece boyunca!


Sırtımda tabut ağırlığıyla seneler sürdüm. Çerçevelere sığmayacak fotoğraflar gördüm gözlerimi her kapadığımda. Babam katil, annem ise gökyüzüydü. Ablamı da yitirdim o dumanın ortasında. Başka da bir şeyim olmadı. Olduramadığım bir hayat sürdüm. En zor olanı da kendimi kaybedişimi sığdıramadım ilan panolarına. Bulamadım dönüş yolunu, bir süre sonra bıraktım zaten aramayı da.


Aslımı kaybedip kuyulara gömdüm kendimi. Kısa yaşamda hikâye uzadı. Toprağa karışan onlar, çürüyen ise ben oldum. Çöl ortasında yalnız başına girilmiş bir girdap oldu hayat. Yirmi yedi farklı yıl, doksan sekiz bin elli beş gün ve yelkovan küstüren sayısız saatler dilimi boyunca ben oldum. Var oldukça da yok oldum. Hayat örgümde ilmek atladım. Böylesi bir bocalamanın başka açıklaması yok çünkü.

Komik... Bugün benim doğum günüm. Kutlama gerektiren bir alacak verecek meselesi var önümde. Yaşı alıp hayattan vermek. Ya da yılı atlayıp ruhu biraz daha kaybetmek! Almadığım pastamın üzerindeki hiç yanmamış mumunu, yaktığım sigaramın dumanı eşliğinde üflüyorum bu gece. Özgürsün, hem de tüm insanlara rağmen!


Sıfırın içerisine saklanmış boşluk olmaktan sıkıldım ve evimin penceresini açtım dış dünyaya. Dumana yol açmaktı niyetim. Kendime ise bir aralık. Çok sorular sordum. Farklı şeyler denedim… Fakat hiçbir zaman cevap veremedim kendime. Bir parçam eksik, bütünüm hep haksız kaldı. Bazen fazlasıyla ölmek istedim. Kafama bir silah dayayıp tetiğe son dokunan ben olmak istedim ya da bileğimi kesen cam parçasındaki son parmak izleri bana ait olsun istedim. Yapamadım! Çünkü vicdanım isyan bayrağı çekiyor böyle zamanlarda. Dönüp soruyorum kendime en çok acıtanı hangisi diye. İntihar etmek mi? Yoksa çürüyen ruhu bedende hapsetmek mi?


Peki ben hangisini hak ediyorum?


Bilmiyorum. Günleri karıştırırken yağmura hasret kalmış nisan ayının ortasında buluyorum kendimi. Yalnız da değilim üstelik. Karşımda bir kadın... Kokusunu alamadığı, yaprakları rengine yüz çevirmiş bir çiçek var geleceğe açılan penceresinin önünde. Dar vakitlerde, küçücük bir mezar içinde kök salmaya çalışan bir biz kalmışız sanki ve girdiğimiz bu girdapta aynı cephede, farklı dünyalarda savaşıyoruz. Hem de üzerimize sinmiş karanlığa rağmen... Göz gözü görmüyor, avucumuzda kurumuş toprak parçaları... Saat gecenin yarısında zamanı sallandırıyor, kadın ise bekliyor öylece penceresinin önünde. Dışarıda yağmur yağıyor hafiften ve etrafta kimse yok. Bekliyor. Gelecekten habersiz, belirsiz, öylece bekliyor kadın. Ben ise sadece izliyorum, biraz yağmuru, biraz karşı komşumu.


Kırmızılık vardı bugün gökyüzünde ve kan çanağına çökmüş gibiydi gece, gözlerimden beter bir halde. Düşünceli bir şekilde yağmurun yağmasını bekledim. Vaktidir dedim ve dışarı attım kendimi. Bu yağmurlar beni hep düşündürür. Çünkü şehrin kalitesi her yağmurda biraz daha düşürülür. Çukurlar dolmaya başlar ve her üzerine gelenle kusturur kendisini insanların üzerine. Yerliler pürtelaş kaçışmaya başlar. Bazıları ise öylece izler yağmuru. Kaçsa bile gidecek yeri yoktur çünkü. Bazıları evsiz, bazıları ise kimsesiz… Zararda olan onlardır en çok, çaresizliğin bilincinde durağanlık belirir. Yağmur yağar, kalite düşürülür ve belki de en çok onlar üşür: Bulut yükü altında duran insanlar... Yerliler de küfreder, söylenir ve içindekini tamamen dökmeden ceplerine sarılır. Ben ise şemsiye satarım.