İşte yine ordaydım. Aynı yerde. Aynı saatte. Dönüp dolaşıp yine onun evinin önüne gelmiştim. Suç mahalline dönen seri katil gibi. Ya kapıyı açarsa? Ya pencereden dışarı bakarsa? Beni görse ne diyecektim ki? Ne diyebilirdim? Oysa söyleyecek ne çok şeyim vardı. Zihnimden taşacaktı hislerim, dört bir yana saçılmış düşüncelerim. Ne çok düşünüp ne de az söylüyordum. Böylesi daha mı kolaydı? Yoksa acziyetimi bu şekilde maskelemek bana garip bir haz mı veriyordu? Bekledim. Asli görevimi bugün de yerine getirmenin gururuyla ama onu da görememenin burukluğuyla yürümeye başladım. Gün ağarmak üzereydi. Herkes uyanacak ve işe gitmek için koşturacaktı. Koşturmak. Hayatın kendisine geç kalmışken ne için acele edecektim? ‘‘Neredeydin lan bu saate kadar?’’ ‘‘Trafik abi, biliyorsun. Anamız ağladı valla. Yapsalar da şu köprüyü kurtulsak.’’ Sadece parayla çalışan korkunç bir insan öğütme makinesi. Onu böyle tanımlamak hiç de yanlış olmazdı. Biz de o makinenin paslanmış çarklarıydık. Yemiyordu, uyumuyordu ve hissetmiyordu. Sadece daha fazla para istiyordu. Ben mi? Hayır hiçbir şey istemiyordum. Çoğu zaman onu bile. Ona verecek neyim vardı ki? Kadınlar benim gibi erkekleri sevmezdi. Yakışıklı sayılmazdım. Zengin, hiç mi hiç değildim. Durdum. Bakındım etrafa. Yine aynı yerdeydim. Derin bir iç çekiş. ‘‘Hayat denen ışık ruhumun çatlaklarından içeri sızmaya çalışıyor.’’ O çatlakların içinde ne var peki? Hiçlik. Mutlak yokluk. Yokum hiçbir şekilde, olamadım da. Kimliğe sahip bir ceset. Kimlikli tükeniş. Birden gelen sesle düşüncelerimden sıyrıldım. Tam karşımdaydı. Pencereyi açmış etrafı seyrediyordu. Çocuksu gözlerindeki masumiyet hiç silinmemişti. Onu gördüğüm ilk günkü bakışlar karşımdaydı hala. Biraz geri çekilip onu uzaktan seyretmeye devam ettim. ‘‘Şimdi beni görse. Koşup gelse. Hayır hayır, görmemeli. O yaşamalı. Hayatlanırşa ayak uydurmalı.’’ Olmamanın verdiği dayanılmaz huzurla bir sigara yakıp sessizce uzaklaştım. Sahi, olmayan bir adam sevilir mi hiç? Yine aynı sızıyı hissettim aynı yerde. Sol yanımda. Yalnızlığımın eşlikçisi oldu uzun zamandır. İnsan öğütme makinesinin gıcırdayan sesiyle işe koyuluyorum. Aynı meseleler bayat çay eşliğinde herhangi bir şeyin değiştirilemeyeceği bilindiği halde konuşuluyor. İçi boş yüzler, tekrarlayan cümleler. Kaldırımda bu keşmekeşin içinde yürüyorum. Ev olma hissiyatını çoktan yitirmiş soğuk kutuma giriyorum. Sol tarafımdaki ağrı yine yokluyor beni. Kararımı vermiştim. Çalışmanın bir faydası yoktu. Amaçsızlık hayatımın en büyük amacıydı. Güzeldi. Yok kelimesini daha önce hiç bu kadar benimsememiştim. Var olmayan bir adamın ülkesinde bir şey vardı sadece, o da sahip olamadığı şeydi. Zaten sahip olsaydı yok canavarı onu da yutmayacak mıydı? Önüne ne gelse ezen ve yok eden bir makineydi. Belki de sahip olamadıklarımız ya da olamayacaklarımız bugün de bizi intihar düşüncesinden vazgeçiren tek şeydi. Yatağıma uzandım. Birden o sesi duydum. Doğru duyduğumdan emin olamayarak kalktım. Hayır, o sesti. Karşımda. Bana doğru gülümseyerek yaklaşıyor. Dostça, geçen yılların acısını hafifletmek istercesine adımlarını atıyor. Yoksa tüm huzursuzluğumu dindirmeye mi geliyor? Bakıyorum. Bakıyorum ve utangaç bir şekilde gülümsüyorum. Son kez.

—Neymiş ölüm sebebi?

—Kalp ağrısı.

—Nasıl yani?

—Krizmiş…