I


Alacakaranlıkta yanıp sönen, gelip geçen, kayıp giden rengarenk ışıklar camlarda akan yağmur damlalarınca uzatılıp sündürülüyordu. Islak ışıklar akıyordu camlardan. Damlalar tavanı tıpırdatıyordu. 


Bağırışlar, söylenmeler, homurtular, kornalar, motor sesleri… Uzayan trafiğin genleşen uğultusunda sağa sola kaça kaça ilerleyen dolmuşun camından dışarıyı izliyordum. İnsanlar dolusu araçlar, araçlar dolusu yollar…


İşinden çıkıp evine ulaşmaya çalışanlar... Neden böyle düşünürüz ki? Haberlerde de trafiği hep evinden işine gitmeye, işten eve dönmeye çalışan masumların çilesi olarak verirler. Belki de evinden çıkıp sevgilisine gidiyor birileri. Belki de konsere, tiyatroya, sinemaya… Trafik neden hep çalışanların karın ağrısı oluyor?


Neyse ne! Biz işimize dönelim. Pardon, evimize dönelim. Sabah trafiğinde gidilen yönün tam tersine konumlanan gerilim yüklü yolculukta karşı şeritte de trafik sıkışık. Demek ki birilerinin evleri bizim iş yerlerimize yakın. Evleri değiş tokuş etsek sorun çözülecek sanırım.


“Yürüsene be!” dedi şoför. Yürümek adım atmak değil mi? Niye araç sürene “Yürü!” denir. “İlerlesene be!” denmeli. Ben o an orada duran bir yaya olsam üstüme alınabilirim.


Dolmuş, yerinde duramıyordu; hop oturup hop kalkıyordu. Her hareketiyle kentsoylu araçlardan azar işitiyordu. Soldaki boşluğa atlamasıyla birlikte kulak zonklatıcı bir korna senfonisi boca edildi üstümüze. Doldur-boşalt. Tetris oyununa dönen trafikte katman katman büyüyen gürültü beynimizin duvarlarında yankılanıyordu.


“Ücretini gönderemeyen!” dedi şoför. Aynada göz göze geldik. Alaycı bir gülümseme kondurmuştu yüzüne. İrkildim, para vermediğimi fark ettim. Utanarak aceleyle çıkarıp parayı uzattım. Şoför arkasına dönmeden parayı aldı, birkaç saniye içinde para üstünü verdi. Alırken paranın üstündeki yazı ilişti gözüme. Bir e-posta adresiydi.


Rakamlara, adlara, özlü sözlere, birtakım şekillere rastlamıştım ama bir e-postaya ilk kez denk gelmiştim. Eskiden böyle bir şeyle karşılaşsam “Yalnız biri herhalde. Sohbet edecek insan arıyordur.” diye düşünürdüm. O devri çoktan geçtik. Aklıma ilk gelen dolandırıcılık oluyor artık. Yabancı her ada ve numaraya potansiyel dolandırıcı gözüyle bakıyorum. 


Eve gitmeden önce bir şeyler yemek için meydanda indim. Yağış hafiflemişti. Bir yerde yemek yiyip ana caddeden yürüyerek eve yöneldim. Trafik hâlâ yoğundu. 


Eve geldim, hızla soyunup dökünüp salona geçtim. Ayaklarımı uzatıp televizyonu açtım. Kanallar arasında gezindim. Laf olsun diye izliyordum. Eskiden beri yaptığım bir şeydi. Bir otoyol kenarında oturup hızla gelip geçen araçlara öylesine bakar gibi bakardım televizyona. Özellikle izlediğim bir şey yoktu. 


Birden e-posta yazılı para geldi aklıma. “Ya gerçekten dolandırıcılık amaçlı değilse!” diye düşündüm. Bir mesaj atsam ne olabilirdi ki? Kuşku eşiğini aştığım an yanıt vermezdim.


Cüzdandan parayı alıp salona döndüm. Paranın sağ alt tarafına tükenmezle yazılmıştı. Anlamlı bir sözcük değildi. Bazı harfler ve rakamlar karışık olarak sıralanmıştı. Bu, kuşkumu daha da arttırsa da merakım ağır bastı. Kuşku ve merak karşılaştığında kuşku her zaman galip gelirdi ama bu kez yenilmişti. “Hım, kuşkulu bir durum!” 


Telefonu aldım, e-postama girdim, paradaki adresi yazdım. Konuya ve içeriğe ne yazacağımı düşündüm. Birkaç şey yazıp sildim. Sonunda konuya “Banknot”, içeriğe de “Para bende.” yazdım. Parmağım gönder tuşuna gidip geldi birkaç kez. Durdum, bekledim. Soldaki boşluğa atlayan dolmuş canlandı zihnimde. “Yürüsene be!” Gaza basar gibi bastım göndere. 


“İletiniz gönderildi.” bildirimi içimi ürpertti. Bugüne dek koyu şüpheciliğim sayesinde birçok saçmalıktan ve beladan uzak durmayı başarmıştım. “Takılıp düşmemenin en güvenilir yolu, bilmediğin yolda yürümemektir.” düsturuyla hareket etmiştim hep. 


Yüzüm ısınmıştı yine, alnımda ter damlacıkları toplanıyordu. Ani bir kararla ana ekran tuşuna basıp e-postadan çıktım. Dolmuş şoförünün aynada sırıtan gülümsemesi geldi gözümün önüne. 


Zaten yanıt gelmez, diye düşündüm. Gelse de karşılık vermezdim. Israrcı olursa engellerdim. E-postamı değiştirmeye kadar giderdim. 


Televizyona döndüm. Dizi dizi diziler… Kimisi modern iş merkezlerinde geçiyordu. Patron-çalışan ilişkileri hiç olmadığı kadar samimiydi. Sakar ama şirin kızlar önemli işleri kotarıyordu. Vücut geliştirme çalışmayan ve saçları şampuan reklamlarındakiler gibi olmayan erkekler işe alınmıyordu. Bir günün süresi 40 saat falandı, her şeye zaman yetiyordu. Kimi dizilerde de akıl almaz rastlantılar yaşanıyordu. İnsanların iş yerleri, evleri, takıldıkları mekanlar, spor salonları, girip çıktıkları tüm dükkanlar sanki aynı devasa yapının içindeydi. Sık sık karşılaşmamak saygısızlık gibiydi.


İşe yeni alınan sekreter kız, Yunan Tanrısı patronunun üzerine meyve suyu döküyordu ki telefondan gelen bildirimle irkildim. Ekrana baktım, bir yeni e-posta vardı. Bildirime dokunup dokunmamakta kararsızdım hâlâ. “En fazla şifremi çalarlar.” deyip iletiyi açtım. Bir gün için bu kadar cesaret fazlaydı ya! “Bu benim için büyük, insanlık için küçücük bir adım.” , “Yürü be!”


İçerikte “Kimliksizler Kulübüne çağrıdır. Katılacaksanız bu iletiyi yanıtlayınız.” yazıyordu. Başka da bilgi yoktu. 


İstemsizce güldüm. “Dolandırıcının da acemisi oluyor demek ki.” dedim içimden. “Acemiye dolandırıcı mı denir zaten!” dedim dışımdan. “Tabii ki denir, her işte acemilik süreci olur.” dedim içimden. “Ustalaşana kadar kimseye dolandırıcı denmez.” dedim dışımdan. 


Lafı dolandırmaya gerek yoktu. Tabii ki gitmeyecektim. Televizyonu kapattım, yatış öncesi görevlerini tamamlayıp yatağa girdim. 


Rüyamda dolmuş şoförüydüm. Bir derenin içinden zorlukla ilerliyordum. Derede ne işi vardı dolmuşun? Birden durdum, etrafıma bakındım. Yıkık dökük binalar, sağda solda heykel gibi duran yüzleri karanlık insanlar vardı. Gökyüzü siyaha yakın kızıldı. Dere bir anda koyulaşıp karardı. Arkadan biri bağırdı: “Paramın üstünü ver!”


II


Ertesi gün evden işe akan trafikte dolmuş camından dışarıyı izlerken e-postayı düşünüyordum. Ne kadar kuşkucu yaklaşsam da merak etmiyor değildim. Kulübün adı ilgi çekiciydi. Bir iki mesajlaşmanın ne zararı olabilirdi? Amaçlarını öğrenebilirdim örneğin. Dilediğim an iletişimi keserdim. 


Dolmuşun camında Jim Carrey’nin sırıtık yüzü canlandı birden. “Bay Evet” filmindeki sahne gözümün önüne geldi. Bay Hayır olmaktan ani bir kararla vazgeçtiği sahne. 


Kendimi bildim bileli Bay Hayır olmuştum, bununla da kıvanç duymuştum. Şimdi bir kereliğine de olsa düşman hattına geçerek oranın rezilliğini yakından görme ve kendimi yeniden onaylama şansı vardı elimde. Jim Carrey’nin gözlerinde ışık çaktı.


“Işık yandı ışık! Adam yürümüyor hâlâ!” bağırtısı dolmuşun içini doldurmuştu ki telefonu çıkardım, e-postaya girip iletiyi açtım ve “evet” diyerek yanıtladım. Zararsız bir suç işlemenin çocuksu hazzı yayıldı bedenime. Böyle bir şeyden haz aldığım için kızgındım ama sertçe azarlayan iç sesime yanıt vermedim yine de.


İş yerinde koltukta arkama yaslanmış otururken bilgisayarın masaüstü görseli olan Bora Bora Adaları’ndaki bembeyaz kumsal, pırıl pırıl turkuaz deniz, ince uzun palmiye üçlemesine dalıp gitmiştim ki e-posta bildirimi duyuldu. Açtım. 

 

Kutlarız! Kimliksizler Kulübü toplantısına katılım için yeterli sayıya ulaştığımızda size yeri ve zamanı bildireceğiz. Gelirken parayı yanınızda getiriniz. Seri numarası kontrol edilecektir. Giriş tek kişiliktir. Görüşmek üzere…


III


Merakım azalıyordu ki iki hafta sonra yeni bir ileti geldi. İçerikte bir adres, tarih ve saat vardı. İnternette adresin yerine baktım. Kent çıkışına doğru imalathane ve atölye benzeri yapıların olduğu bir yere konumlanıyordu. Adresin altında “Bu pazar, saat 20.00” yazıyordu.


Günlerden çarşambaydı. Düşünüp karar verecek kadar zamanım vardı. Gitmemek ağır bassa da maceraperestlerin, kalk gidelim akıllıların, yenilik bağımlılarının acınası hallerini görerek onları küçümseme ve aşağılama arzum içten içe kaynıyordu.


Pazar sabahı kalktığımda oy dağılımı “%51 Hayır, % 49 Evet” yönündeydi. Sabahlar hayırcılığımın tavan yaptığı vakitler olduğundan öğleni bekledim. Akşamüstüne doğru kesin sonuç açıklandı: “%49 Hayır, %51 Evet” 


Taksideyken vazgeçip vazgeçmemek arasında gidip geliyordum hâlâ. Seçim sandığını devirmek geliyordu içimden. Bir öfkelenip bir sakinliyordum. 


Karar verdim, yakın bir yerde inip mekanı gözleyecektim. Kuşkulu bir durum görürsem geri dönecektim. Kuşku paratoneri olduğumdan kesin bir şey düşecekti zaten. Gönül rahatlığıyla eve dönerdim ben de.


Taksiden inip yürüdüm. Depo, atölye, tamirhane benzeri yapıların kepenkleri kapalıydı. Hangilerinin boş, hangilerinin dolu olduğu belli değildi. 


Yürüdükçe kaygım arttı. Yaptığıma inanamıyordum. Sırf karşı tarafı alaya almak için böylesi riskli bir harekete gerek var mıydı gerçekten? Buna değer miydi?


Harita uygulamasının gösterdiği yere yaklaşınca yavaşladım. Yoldan gelen geçen yoktu. Hafif yokuş bir yolu çıktıktan sonra sağa kıvrılan yolun biraz aşağısında dış kapısının önü aydınlatılmış büyükçe bir yapı vardı. Yapının arkasında park halinde araçlar sıralanmıştı. Girişinde kimse yoktu. Sürülerek açılan büyükçe bir demir kapı, kapının ortasına açılmış normal boyutlarda başka bir kapı vardı.


Yakındaki bir yapının karanlıkta kalan köşesinden gözlüyordum. Beş dakika geçmesine karşın hiçbir hareket olmamıştı. Uzaktaki evimin eylemsizlikle yoğurulup tatlandırılmış huzuru beni çağırıyordu. Devinim düşkünlerinin topraklarında gurbetteydim.


Geri dönmeyi düşünürken bir arabanın gelip park ettiğini gördüm. Arabadan bir kadın indi, hedefteki yapının kapısına doğru ilerledi. Durdu. İnceler gibi baktı bir süre. Kararsız gibiydi. Neden sonra adım attı, kapıyı yumruklayarak çaldı. Beş on saniye sonra kapı açıldı, konuk yavaşça içeri girdi, kapı kapandı.


Bir karar vermeliydim. Bu riskli oyun gereksiz yere uzamıştı. Ya bir çılgınlık yapıp içeri girecektim ya da tüm olanları unutup hiçbir şey olmamış gibi eve dönecektim. Herkesin bir kez de olsa çılgınlık yapma hakkı vardır. Çılgınlıktan ne anladığımız farklı farklı olsa da. Bu hakkımı kullanıp sıramı savma şansım vardı elimde. Üstelik düşman hattına sızan bir ajan olacaktım. 


“Yürüsene be!”


Yürüdüm, kapının önünde durdum. İçeriyi dinledim. Ses gelmiyordu. Elimi kaldırdım, avuç içiyle üç kez vurdum ve birkaç adım geri çekildim. Temkinliliği elden bırakmayacaktım elbette. Kendime güveniyordum, hızlı bir koşucuydum. Kaçmak benim işimdi.


Zamanın akışı yavaşlamıştı. Kalbimin gümbürtüsü kulaklarımda yankılanıyordu. Kapı açıldı, siyahlar içinde iri yarı biri göründü. Sağ ayağımın topuğunu havaya kaldırmıştım ki görüntüsüne tamamen ters yumuşak sesiyle “Hoş geldiniz, içeri buyurun!” dedi. 


Olması gerekenin tam tersi oldu ilk kez. Çılgınlığa adım atıp içeri girdim. Demir kapı arkamdan kapandı. Çok büyük bir suç işlemiş, ilkelerime ihanet etmiş gibi hissediyordum. Alev alev yanan bir yumru oturmuştu boğazıma. Kendime inanamıyordum. Başka biri tarafından yönetiliyordum sanki. Matrix evreninde hacklenmiş olabilirdim. Başka bir olasılık gelmiyordu aklıma. İçimden “Aslında kaşık yok.” deyip kendimi teskin etmeye çalıştım. 


Durduğumuz yer ana yapıya geçiş için ara bölmeydi. Tam karşıda ana yapıya açılan bir kapı daha vardı. İri yarı adam benden parayı istedi, çıkarıp verdim. Elindeki listeye bakıp paranın seri numarasını kontrol etti. Tamam, dedi. E-postanın üzerini karalayıp parayı bana geri uzattı. Sonra cep telefonumu istedi. Kilitli dolapta duracağını, çıkışta alabileceğimi söyledi. Tereddüt ettiğimi görünce sakince açıkladı: “Burada zorlama yok. Şu an vazgeçip çıkabilirsiniz. Aklınızdan geçirdiğiniz her neyse burası öyle bir yer değil. Güvenip kurallara uyar ve girersiniz ya da güvenmeyip girmezsiniz.”


Adamın ses tonu şaşılacak derecede yatıştırıcıydı. Tanımadığım biri olmasına karşın güven veriyordu. Oysa tanımadığım birine asla güvenmezdim. 


Telefonu çıkarıp kapadım ve adama verdim. Etkinlik için getirilip yere sabitlendiği belli olan büyükçe dolabın küçük gözlerinden birini açtı, telefonumu içeri koyup kapağı kapadı. Kilitleyip numaralı anahtarı bana verdi.


“Beni dikkatle dinleyin.” dedikten sonra kuralları sıraladı: “Öncelikle burada isim kullanmak yasaktır. Size özel bilgileri de paylaşmayacaksınız. Yakanıza iliştirilmek üzere size bir numara vereceğim. İçeri girdiğinizde kimseyle konuşmayacaksınız. Beden dili de yasak. Toplantı sorumlusu çıkıp konuşana kadar sessiz ve tepkisiz kalmanız şart. Geri kalan her şeyi sorumlu kişi açıklayacak. Kurallara uymazsanız anında dışarı çıkarılırsınız. Kabul ediyorsanız sizi içeri alacağım.”


Tamam, dedim. Kartı uzattı. Üzerinde “47” yazıyordu. Kartı takınca beni diğer kapının önüne davet etti. Kapıyı çaldı, yine siyah giyimli iri yarı biri kapıyı açtı. El işaretiyle beni içeri buyur etti. Yanında siyah giyimli biri daha vardı.


Yüksek tavanlı bir bölüme geçtim. Birkaç metre aralıklarla sıralanmış yüksek sütunların üzerinde geniş demir kalıplarının bütünlediği bir tavan vardı. Yalağa benzeyen taş bölmeler duvarların bitişiğindeydi. Rutubet yemiş duvarların sıvaları döküktü. Eski bir imalathane olmalıydı.


İçerisi loştu. Ayaklı aydınlatmalar sağa sola yerleştirilmişti. Arkalardan bir yerden bir motorun çalışma sesi duyuluyordu kısık kısık. Büyük olasılıkla jeneratördü, çünkü terk edilmiş gibi duran bu yapıda elektrik yoktu büyük olasılıkla. Tam karşıdaki duvara bitişik geniş mermer bir yükselti vardı. Başka bir ayrıntı göze çarpmıyordu. Bir etkinlik için özenilip hazırlanmış özel bir şey yoktu. 


İçeride mutlak sessizlik hakimdi. Gözler gözlere değiyordu sadece. Herkesin bakışlarından kuşkulu bir merak okunuyordu. Ortalama bir yaştan, tipten, giyim tarzından ya da herhangi bir şeyden söz etmek olanaksızdı.


Numaram 47 olduğundan içeride kırk yedi kişi olduğunu düşündüm ilkin. Birkaç kartta 95, 463, 139, 821 numaralarını görünce sayılar arasında belirli bir sıra ya da dizge olmadığına hükmettim. Kabaca bir tahminle elli-altmış kişi vardı.


Sessizlik yemininin bozulmaması ilginçti. Çok sert, tavizsiz, kuralcı ve aşırı disiplinli bir öğretmeni bekleyen öğrenciler gibiydik. Konuşanlar listesinde yer almamak için kimse çıt bile çıkarmıyordu. Kural ihlali yaparlarsa dışarı atılacaklarını biliyorlardı. Risk alıp buraya kadar gelerek katıldıkları bir etkinliğin ne olduğunu öğrenemeden kapı dışarı edilmek istemiyordu kimse. 


Benden sonra arayla üç kişi daha içeri girdi: 608, 20 ve 973. Bir süre bakıştık. Herkes birbirinin gözlerinde ipucu arar gibiydi.


Kısa bir süre sonra arka taraflardan topuk sesi duyuldu. Sütunların arkasından devam edip mermer yükseltiye çıktı. Uzun boylu, açık tenli, kısa saçlı, ince gözlüklü, kırk yaşlarında, spor klasik giyimli biriydi. Yüzüne belli belirsiz bir gülümseme takınmıştı. Yaka kartındaki rakam sıfırdı. “Merhaba, hoş geldiniz.” diyerek konuşmaya başladı:

 

“Aklınızda birçok soruyla buraya geldiniz kuşkusuz. İşkillendiniz, korktunuz, çekindiniz, güvenmediniz ama merakınız bir şekilde galip geldi. Tamamen insani bir durum. Hemen belirtmeliyim ki korkulacak bir şey yok. Sapkın bir tarikat ayininde değiliz.”

 

“Doğrudan konuya gireceğim. Üç yıl kadar önce bir arkadaş buluşmasında aklımıza düşen ve deneyip yararını gördüğümüz bir şeyi burada sizlere açmak ve sizlerin de deneyimlemesini sağlamak için toplandık.”

 

“İş güç, yığınla sorumluluk ve hayat koşuşturması yüzünden ara sıra görüşebilen yedi arkadaştık biz. Seyrek buluşmalarımızda da iş güç konuştuğumuzu fark ettik. Bizi birbirimizden ayrı koyan, nadiren görüşmek zorunda bırakan şeyleri buluşmalarımızda harıl harıl konuşuyor olmak sinir bozucu bir ironiydi.”

 

“Bir gün birimizin aklına bir oyun oynamak geldi. İşlerimizle, görev ve sorumluluklarımızla, zorunlu ve yükümlü olduğumuz herhangi bir şeyle ilgili konuşmayacaktık. Bunlar yasaklı konular olacaktı. Unvansız ve sıfatsız olarak görecektik birbirimizi.”

 

“İlk denememiz -tahmin edileceği üzere- fiyaskoyla sonuçlandı. Başta nelerden söz edeceğimizi bilemedik. Hepimiz kural ihlali yaptık. Açılan bağımsız konular da ilerletilemedi. Zorunlu işlerimiz ve sıfatlarımız olmadan konuşamamıştık. Etiketsiz olduğumuzda birbirimize yabancıydık sanki. Bu gerçekle yüzleşmek bizi fena sarsmıştı. Kimse bozuntuya vermemişti ama yediğimiz sağlam bir tokattı bu.”

 

“Sonraki buluşmamızda yeniden denedik. Bu kez herkes idmanlı gelmişti ne de olsa. Geçen sürede oyunla ilgili düşünmüştük elbette. İkinci denememiz biraz daha iyiydi.”

 

“Oyun artık her buluşmanın etkinliğine dönüşmüştü, hatta oyun için buluşur olmuştuk. Buluşmalarımız sıklaşmıştı. Her seferinde kendimizi biraz daha geliştirdik. Etiketlerimiz olmadan iletişim kurabiliyorduk artık. Buna ulaşmak için epey mesai harcamıştık tabii.” 

 

“Akla ilk gelen ‘Ne konuştunuz?’ sorusu olacaktır ya da ‘Bağımsız bir konuşma için böyle bir oyuna ve uğraşa gerek var mıydı?’ Başkalarını bilemem ama bize gerekliydi. Konuştuklarımızın ayrıntısına girmeyeceğim, çünkü sınavdan önce öğretmenin kopya vermesi gibi olur bu.”


Bunu söylerken gözleri ışıldadı, keskin bir gülümseme kondurdu dudaklarına. Sürprizi bozmak istemiyor gibiydi. Konuşmasına çok kısa bir ara vermişti. Muzipçe bir ifadeyle bakıyor, söylenenleri hazmetmemizi bekliyordu. 


Herkes dikkat kesilmiş halde dinliyordu. Kuşkularla dolu olarak gelip durduğum bu yerde açıklanması güç bir rahatlama yayılmaya başlamıştı bedenime. Farklı şeyler denemekten çok uzak kalmış olan ruhum uzun süren susuzluğunu gidermek istiyordu.


Konuşmacı devam etti:

 

“Bir süre sonra bu işte o kadar ustalaştık ki tüm etiketlerimizi unutmuştuk sanki. Daha önce fark etmediğimiz özelliklerimizle tanıştık. Bunca zaman bunları fark etmemiş olmamıza şaştık.”

 

“Neden sonra birimiz bunu başkalarına da duyurma fikrini ortaya attı. Öneriye mesafeli yaklaştık, çünkü anlatarak aktarmaktan çok deneme ve uygulamaya dönük bir şeydi bu oyun. Fikrine destekçi bulamayan arkadaşımız birilerini oyunumuza davet etmeyi önerdi bu kez. Herkes bir tanıdığını bir sonraki toplantıya getirecekti.”

 

“Bir süre tartıştıktan sonra görüş birliğine vardık. Yedi arkadaş olarak yedi yeni katılımcı dahil edecektik oyuna.”

 

“Herkes davetli kişileri ayarlayınca toplandık. Oyunun amacını, içeriğini ve kurallarını açıkladık. Gelenler zaten meraklı tipler olduğundan oyunu ilginç buldular. Başlarda tabii ki onlar da bizim ilk denememizdeki gibi fena bocaladılar, zorlandılar, sık sık tıkandılar. Sonraki her toplantıda gelişme gösterdiler.”

 

“Sonradan katılıp oyunu öğrenenlere artık kendi gruplarını kurmalarını söyleyerek onları toplantılarımız dışında bıraktık. Onlar da öğrendiklerini başka yerlerde uygulayacak olmanın heyecanı içinde bir okuldan mezun olur gibi gittiler.”

 

“Biz birbirimizi tanıyanlar olarak oynamıştık bu oyunu ilkin. Bir süre sonra başka bir arkadaşımızın aklına yeni bir fikir geldi: Tanımadığımız insanların bulunduğu gruplarla oynamak. Bu, daha büyük bir hedefti. Oyunu öğrettiğimiz ve kendi gruplarını kuranların buluşmalarına katıldık böylece. Orada ilk kez karşılaştığımız kişilerle oynadık. Bu deneyim oyun becerimize adeta level atlattı.”

 

“Tüm bu yoğun beyin etkinlikleri sayesinde zihnimizin artık daha açık olduğunu keşfetmiştik. Olaylara daha geniş açıdan bakabiliyor, olasılıkları daha bütüncül bir bakışla görebiliyor, daha iyi çıkarımlar yapabiliyorduk. Daha iyi görüyorduk. Olaylarla ilgili tahmin yüzdemiz yükselmişti. Daha açık fikirliydik. Duygudaşlık becerimiz gelişmişti. Eskiden çok ters gelebilecek görüşlere/duruşlara bile büyük bir saygı ve kabulle yaklaşıyorduk. Anlıyorduk.”

 

“Beynimizin üstündeki kalın örtü kalkmıştı. Kalıpları kırmıştık. Düşünme becerimiz küçük yaştan başlayarak kesilip biçilip belirli kalıplara oturtuluyordu. Tarihsel, toplumsal, bölgesel, dinsel, geleneksel, etnik, politik, ideolojik, sınıfsal birçok bileşen bir araya gelip bağımsız düşünme gücümüzü sınırlıyor; kendisine göre biçimlendiriyordu.” 

 

“Biz özgür düşündüğümüzü sanıyorduk. Bu büyük yanılgıya düşmemizin, bunun bir yanılgı olduğunu bile fark edemememizin nedeni yine düşünme eylemimizin yönlendirilmiş olmasıydı. Çerçevelenmiş düşünce dünyasında insanı sınırsız ve özgür düşünebildiği yanılgısına hapsetmek! İnsanın hapsolduğunu bile bilmemesi, bağımsız olduğunu sanması!”

 

“Evet, tıpkı Matrix ama bir farkla: Mimarı insan! Yöneticisi de kölesi de insan! Aynı insanlar! Kendi kurduğu sistemin kölesi olan, çıkışsız bir döngünün içine gönüllü olarak giren ve bilerek girdiğini bile unutan tek canlı türü ‘insan’ bu dünyada ayaklı bir ironidir yalnızca. İnsanın kurduğu bir şeyin insandan daha önemli hale gelerek insanı metalaştırması ise bir trajikomedi…” 

 

“İnsan bu sistemi/düzeni bilerek ve isteyerek kurmuştu, sonrasında da sistemin sürekliliği için kendisini bozuk paraya dönüştürdü. Yeni bozuk paralar üretti.” 

 

“Kimlik… Bu sözcüğü ‘kim olduğunu bilmek’ olarak değil, ‘kim olduğunu tanıtmak’ anlamında kullanıyordu sistem, böyle belletiyordu. Birçok bileşenle biçim verilip etiketlenmiş kişilikleri birbirine tanıtma işiydi bu. Olan değil, oldurulan bireylerin kimlikleri birbirlerine tanıtılıyordu. Barkotlu insanlar birbirilerine kimliklerini okutuyorlardı.”

 

“Grubumuza bir ad düşünürken tam da bu noktada bir görüş ortaya atıldı. Mademki sistem kim olduğumuzla değil, kim yapılacağımızla ilgileniyordu o halde biz de kimliksiz olmalıydık. En baştan beri üzerimize yapıştırılan sayısız etiketten, sıfattan, unvandan sıyrılarak başardığımız özgürleşmenin adı kimliksizlikti bu bağlamda.”

 

“Bu hem araç hem de amaçtı. Hem neden hem de sonuçtu. Biz sistemin anlamlandırdığı kimliği değil, kim olduğumuzu gösteren kimliğimize ulaşmıştık. Bu da sistem içinde kimliksiz olmaktı. Ne muhteşem bir paradoks! ‘Kimliksizler Kulübü’ adı işte buradan geliyor.”

 

“Tabii ki bu oyunu sadece biz bize ya da başka bilenlerle oynayabiliyorduk. Hayatımızdaki diğer insanlarla sistemin tanımladığının dışında bir iletişim biçimimiz yoktu, olamazdı. ‘Kulüp’ demememizin nedeni de buydu. Bize özeldi. İşleyişini kendimizin belirlediği ve istediğimiz gibi kullanabildiğimiz bir alan açabilmiştik kendimize. Sistemin sızamadığı bir alan.”

 

“Bunu arzulayacak başkaları da olacaktı elbette. Tam da bu konuda onlara bir yol göstermek istedik. Bir şeylerin yanlış olduğunu fark edip bu yanılgıdan çıkmak isteyenlere bir kapı aralamak…”

 

“Şunu önemle belirtmek isterim ki biz kurtarıcı değiliz. Çünkü bizim unvanlarımız yok. Lider olma iddiamız yok. Biz bir şey denedik, bir oyun oynadık. Daha önceleri özümüze değil, etiketlerimize; çekirdeğimize değil, kabuğumuza konuştuğumuzu keşfettik. Bunu büyük bir çaba sonucunda değiştirdik ve birbirimizi gerçekten tanıdık, anladık.”

 

“Birer Neo gibi aranıza dalmak değil amacımız. Böyle bir görev ve mertebe vermiyoruz kendimize. Adlarımızı, adlarınızı bile gizledik bu yüzden. Sayılar verdik. Bunu da sistematik bir sıraya göre değil, rastgele seçtik. Paralara e-posta yazarak merakı ateşlemeyi düşündük. Toplanma amacının ruhuna uygun olarak burası gibi kimliksiz mekanlar seçtik.” 

 

“’Bunları anlatmak için böyle bir organizasyona gerek var mıydı? İnternet çağında videolarla ve yayınlarla çok daha fazla insana daha kolay yoldan ulaşamaz mıydınız?’ gibi sorular gelebilir akla. Bu yöntemi seçtik, çünkü sanal gerçekliği bir gerçeklik olarak görmüyoruz. Bu noktada eski dünyanın yöntemlerini benimsiyoruz. Bu yüzden gerçek bir ortamda canlı bir iletişim olmasını, sadece merakının peşinden cesaretle gidenlerle yüz yüze olmayı istedik. Niceliğe değil, niteliğe önem verdik.”

 

“Biz sadece bir yolculuğun kapısını aralamak istiyoruz. Yolu yürümek ya da yürümemek size kalıyor. Şu an burada bir aradasınız. Doğum yeriniz, işiniz, dini inancınız veya inançsızlığınız, ideolojiniz, siyasal duruşunuz, ekonomik gücünüz ve daha nice etiket… Hepsi de karşınızdaki insanlarda çağrışım yaratarak onların sizi nasıl görmeleri gerektiğini söyleyen kalıplar oluşturuyor. Beyin kalıplarla düşünerek sınırlanıyor. Biz bunlar olmadan düşünüp iletişim kurabilmeniz için adım atmanıza fırsat tanımak istiyoruz.”

 

“Dilerseniz hemen şimdi burada başlayabilirsiniz. Üst üste giyilmiş giysiler gibi üzerinizde duran etiketlerinizden kurtulmayı deneyebilirsiniz. Gerçek bir ortamda buluşma amaçlarımızdan biri de buydu zaten, oyunu hemen burada oynama şansı yakalamanız. Geliştirmek için sözleşip daha sonra bir araya gelebilirsiniz ya da kendi arkadaşlarınızla başlatabilirsiniz.”

 

“Kendi toplantılarımızda bu oyunu oynarken neler konuştuğumuzu söylemememin nedeni sanırım anlaşılmıştır. Doğaçlama yapmanız, kendi çözümlerinizi üretmeniz, kendi hayal gücünüzü temel almanız, aklınızı özgür kılmanız için. Size ait olması için. Kopyalanıp çoğaltılanları değil, özgün olanı üretip sürdürebilmeniz için. Kalıplara basılanları değil, kendi oluşturduklarınızı kullanabilmeniz için. Güncellemesi yapılan bir sürüm değil, başlı başına yeni bir sürüm olabilmeniz için. Kendi çabanızla başarmanız için.”

 

“Tüm bunları gereksiz, saçma, anlamsız, sıkıcı bulup gidebilirsiniz de. Boşa geçmiş bir zaman sayarsınız ve unutursunuz bir gün.” 

 

“Tüm seçenekler önünüzde. Tek yapmanız gereken seçmek.” 

 

“Belki bir gün bir yerde tekrar görüşürüz. O zamana kadar hoşça kalın.”


Konuşmacı baş selamı vererek mermer yükseltiden indi. Arkaya doğru ilerleyip gözden kayboldu. 


Birbirimize baktık kısa bir süre. Herkes birinin bir şey söylemesini, ilk adımı atmasını bekliyordu.  Bazılarının ise aralardan sıyrılıp bir şey söylemeden dışarı çıktıklarını gördüm. 


Buraya gelirken düşünüp hissettiğim şeyler geldi aklıma. Hakkında hiçbir şey bilmediğim bir etkinliği kötülemiş, bunu düzenleyenleri -hiç tanımadığım halde- düşman kamptaki insanlar gibi görmüştüm. Etiketler yapıştırdığım insan(lar) bana bunun tam tersine yönelen bir hedef göstermişti. Utanmıştım.


Konuşmacının toplantıya katılanlar için çizdiği profile uymayan biri olarak orada duruyordum. Meraklı, girişken, yeniliğe açık biri değildim. Nasıl olduysa bir çılgınlık yapmış, ilk kez “evet” demiş, buraya gelmiştim. Aranan nitelikleri taşımadığım halde orada olmak garip bir tezattı. 


Bunları düşünürken konuşmacının sıfatlardan ve unvanlardan kurtulmakla ilgili sözleri havai fişek gibi parladı zihnimde. Konuşmacı başlangıç için merak ve girişim gerektiğini söylemişti ama sonunda hiçbir sıfata ihtiyacımız olmayacağını belirtmişti. 


O akşam orada iletişimin nasıl başladığını, kimlerle neler konuştuğumuzu, zorlandığımız yerleri, kural ihlalleri olunca neler yaptığımızı, tıkanıklıkları nasıl aşmaya çalıştığımızı, sonrasında nasıl bir süreç yaşadığımızı, kısacası hikayenin nasıl devam ettiğini anlatmayacağım elbette. Kulübün ruhuna aykırı çünkü. Konuşmacının da dediği gibi herkes özgün deneyimler yaşamalı. Başlamaya karar verirseniz gerisi size ait olmalı, sizin olmalı, siz olmalı.


Belki bir gün bir yerde karşılarız. Beyaz tavşanı takip etmeye karar vermenizden sonra, bir kağıt paradaki e-postayla, bir kısa mesajla belki, herhangi bir yerde fark edip anlamlandıracağınız bir işaretin yol göstermesiyle ya da bir ortamda denk gelişimizle…  


Belki bir gün bir yerde karşılarız. O zamana kadar hoşça kalın.