1. BÖLÜM  



-Baksana.

-Buyur amca?


Eve dönüyordum. Yolda tanımadığım biri tarafından bu şekilde durdurulunca biraz ürkmüştüm doğrusu. 60-65 yaşlarında yaşlı bir adamdı. Üstü başı düzgündü. Gri bir gömlek üstünde siyah ceket ve siyah pantolon. Hatta güzel görünümlü biriydi. Ama yüzünde korkunç bir şeyler vardı sanki. Sağıma soluma baktım, kimsecikler yoktu. Belki yardıma ihtiyacı vardır diye uzaklaşmadım yanından, dinliyorum seni anlamında başımı oynattım.


-Ben kızımı öldürdüm.

-Anlamadım?

-Ben kızımı öldürdüm.

-Ne diyorsun amca?

-İnanmıyorsan gel bak. Takip et beni dedi ve benim güzergahımın tam tersine yaşına göre oldukça hızlı ve çevik adımlarla yürümeye başladı.

Çok korkmuştum. Ama bir yandan da çok meraklanmıştım. Yaşlı başlı adam ne yapabilecekti ki bana? Eğer dediği de doğruysa polisi arardım. Ne de olsa ben de bir devlet memuruydum. Yaşlı amcayı takip etmeye devam ettim. Genelde şehrin zengin ailelerin ikamet ettiği, dubleks evlerin çoğunlukta olduğu mahalleye saptı. Mahalle güzel aydınlatılmıştı. O yüzden cesaretlenip adımlarımı hızlandırdım. Gerginliğimi azaltmak için yaşlı amca ile sohbet etmeye çalıştım.

-Daha çok var mı amca?

-Ne?

-Eve diyorum çok var mı ?

-Sana ne benim evimden evladım.

-Ee sen çağırdın ya beni.

-Ha sen bizim kızın yavuklususun şimdi hatırladım.


Amcanın balatalar yanmıştı anlaşılan. Çaktırmadım. Evine kadar eşlik etmeye karar verdim. Ne olur ne olmazdı. Az sonra çok güzel bir eve vardık. 30-35 yaşlarında çok güzel bir kadın açtı kapıyı. Sarışın, orta boylu, biraz tombulcaydı. Yaşlı amcayı içeri aldı. Kapıyı kapatmadan yetiştim.

-Buyurun, kimsiniz?

Durumu anlatmaya başladım. İçeriye davet etti beni. Anlattıklarım kadını hiç şaşırtmıyordu. Kollarını kavuşturup başını öne eğmiş, hafifçe gülümseyerek dinliyordu beni. Anlatırken bir yandan da evi inceliyordum. Gördüğüm kadarıyla epeyce varlıklı bir aileydi. Bazen de kadına kayıyordu gözlerim. Yaşına göre çocuksu bir ifade vardı yüzünde ama bu ifade kadınsılığının önüne geçmiyordu.

-Babam Alzheimer hastası. Sık sık böyle şeyler oluyor. Demek öldürdüğünü söyledi size?

-Evet ben de biraz korktum ve takip ettim.

-Çok iyi niyetlisiniz. Çok teşekkür ederim. Böyle sık sık olur. Birden kaybolmalar, şehrin öte tarafına yayan gitmeler... Yakasına telefon numaramızı da yazdık, insanlar bize ulaşsın diye. Ama kimsenin dikkatini çekmiyor sanırım, polisler haricinde.

-Ya... Ne yazık. Ne zamandır bu şekilde babanız?

-Annemi kaybettikten sonra bir haller oldu babama, ilk başlarda üzüntüsünden, kederinden böyledir dedik. Ama sürekli bugünkü gibi olaylar başımıza gelmeye başladı. Biz de bundan yaklaşık 4 sene önce doktora götürdük. O zaman öğrendik biz de.

-Çok üzücü. Size kolaylıklar dilerim.

-Gidiyor musunuz yoksa?

-Evet, saat de epeyce geç oldu.

-Size bugün zorla alıkoyamam, ama mutlaka bir akşam yemeğe bekliyorum. Siz iyi bir insansınız, sizinle arkadaş olmak isterim.

-Ben de çok isterim dedim, sonra çok istekli göründüğümü düşünüp biraz kızardım.

-Ben Dora. Sizin isminiz nedir?

-Kerem ben de. İsminiz çok güzelmiş bu arada.

-Teşekkür ederim, sizinki de. Umarım bir dahaki görüşmemizde bu sizi bizi kaldırırız, dedi ve gözümün içine bakarak çapkın bir şekilde gülümsedi.

-Umarım, dedim ve ben de gülümsedim. Vedalaşıp hızla boş sokaklarda eve yollandım. 

Olanları düşünüyordum yolda. Kendime kızıyordum tabii ki. Neden bir daha oraya gideceğime dair umut verici konuştum ki? Ya o bakışlar, gülüşmeler neydi öyle? İki buçuk saat önce nişanlımla yemekte olan, düğünle ilgili planlamaları yapan ben değil miydim? Neyse bir anlık boş bulunulmuşluk.

Düşündüğümden çok erken geldim eve. Bir kahve yaptım kendime, bir haftadır elime almadığım kitabı alıp okuma masama geçtim. Öğrencilik günlerinde çalışma masam olan şimdiki okuma masama. Birkaç sayfa okuyup kahvemden bir yudum aldım. Ama bir dakika? Ne okudum ben, ne anladım? Aklımda bir kelimesi kaldı mı dersiniz? Hayır. Aklım Dora’da. Aşık olduğum nişanlımda değil de, on-on beş dakika muhabbet etme şansı bulduğum Dora’da. Şans mı? Bunu bir şans olarak görmüyorum herhalde. Neyse kendimle kavga etmeye gerek yok şimdi. Yatağa geçip uyumalı. Sabaha unuturum her şeyi. Erkenden mesaim vardı zaten.




2. BÖLÜM    

  

O zamanlar Nüfus Müdürlüğü'nde çalışıyordum. Yeni kimliklerin alınması ile ilgili işleri yapma görevini bana vermişlerdi. Bu yüzden çok yoğundum ve yoruluyordum. Mesai başlamadan 10 dakika önce hükümet binasının önüne geldim, her zaman kahvaltımı aldığım simitçiye geldim, tezgahtan iki tane simit alıp binaya girdim. Tüm memurlar gelmişti. Off. Çoğuyla hatta hemen hemen hepsiyle bir muhabbetim olmadığı için ve konuşmaktan keyif almadığım için direkt masama geçtim. Yalnızca masa komşum Ahmet Sabri ile konuşmayı severdim. Biraz sonra geldi A. Sabri.

-Abi günaydın, nasılsın?

-Günaydın Ahmet, iyiyim valla ne olsun. Sen nasılsın?

-İyiyim abi ya. Valla sıkıldım hep çalış masa başında.

-Dur oğlum daha yeni başladın.

-Doğru diyorsun da abi, nereye kadar böyle?

-Sabret emekliliğe ne kaldı şunun şurasında, dedim ve acı acı güldü Ahmet. Şakamı beğenmedi galiba.

Az sonra mesai başladı. İnsanlar akın akın kimliklerini değiştirmeye geliyordu. Başımızı kaldırmaya vaktimiz yoktu. Hareketlerim, konuşmalarım bir robot gibiydim sanki. Hep aynı sorular ve aynı cevaplar. Aslında ben de Ahmet gibi sıkılmıştım. Ama ne yaparsınız? Ekmek parası işte. Sabahları öğle paydosunu, öğle paydosundan sonra da mesai bitimini beklemekle geçiyordu günlerimiz.

Nihayet öğle paydosu gelmişti. Sırada bekleyen insanlara durumu açıklayarak dışarıya çıkarttık. Ne küfürler yedik, kim bilir? Ahmet ile beraber kantinden köfte ekmeklerimizi alıp masamıza gittik. Yemek yerken konuşmayı çok severdi Ahmet.

-Abi dünkü olayı gördün mü ya?

-Yoo, ne olmuş ?

-Bir kadın evinde ölü bulunmuş. Boğazı kesilmiş diyorlar.

-Allah Allah bu şehir de çıktı çığrından desene.

-Sorma abi.

-Haberini aç bakayım bir internetten.

Açtı haberi. Dora’ydı bu. Dün 2-3 saat düşündüğüm ama sabahtan beri aklıma gelmeyen Dora. Ne demekti bu şimdi? Dün bir adam kızını öldürdüğünü söylüyor, bugün de kızının ölüm haberini alıyor. Donup kalmıştım. Ahmet bir şeyler söylüyordu, ben duymuyordum. Biraz kendime geldim.

-Abi iyi misin? Yüzün kireç gibi oldu.

-Yok bir şey.

Dışarı attım kendimi. Hava alıp bu olanları sindirmeliydim. Aman Allah’ım! Felaket. Gencecik kadın. Ne yapmalıydı şimdi? En iyisi polise gidip her şeyi anlatmalı. Belli ki katili henüz meçhul, çünkü haberde yazmıyordu. Bir yardımım dokunurdu en azından.

Yıldırım gibi girdim içeri. Müdüre durumu açıkladım. Anlayışlı birisiydi müdürümüz. "Hemen polis karakoluna gidin ve bildiklerinizi anlatın Kerem Bey" dedi ve yarın da izinli olacağımı söyledi. "Gelmeyin yarın, toparlarsınız kendinizi." Teşekkür ettim ve tekrar dışarı çıktım. Bir taksi çağırdım. Olayın vehametini, nasıl etkilendiğimi buradan çıkartın siz artık. Memur olan ben mesafeyi düşünmeden atladım taksiye. "Abi bir sıkıntı yoktur inşallah" diye sordu dikiz aynasından bana bakan. "Ne oldu ki?" diye sordum sanki bir suç işlemiş de yakalanmış gibi. "Abi sen kendine bir baksan aynadan, bir de karakola çek deyince..."

"Sorma kardeş, neler geldi başıma..."

Anlattım baştan sona. Az önce halimi hatırımı soran taksici pek bir tepki vermedi. 45 lira tuttu taksi. Ücretini ödeyip polis karakoluna doğru yürüdüm.

Kapıdaki görevli polis memuru beni cinayet büroya yönlendirdi. "2. katta, sağda". Teşekkür ettim ve merdivenlerden koşarak çıktım. Bu büro bir devlet dairesinden başka her şeyi andırıyordu. Üniformasız, tıraşsız polisler görmeye alışkın değildim. Sağlı sollu üç tane eski masa, ortada kolonun yanında bir su sebili dışında bir şey yoktu. Ha bir de durmuş bir saat. Başkomiserin odası odanın tam da sonundaydı. Sağıma soluma pek bakmadan odaya doğru yürümeye başladım. "Buyur birader?" diye durdurdu beni içlerinden bir tanesi. Uzun boylu, izbandut gibi bir adam. Sert suratına daha da sertlik katan uzun sakallarına kısa bir bakış atıp "Başkomiserle görüşmek istiyorum." dedim.

"Ne için?"

Sorguya başlamıştı sanki. Dünkü olayı haberde gördüğümü, bir şeyler bildiğimi söyledim. Çok detaya girmedim. İçeriye sakladım. Daha yetkili birine anlatmalıydım. "Tamamdır, sen bekle şurada. Şimdi müsait değil." dedi ve oturmam için bir sandalye çekti, bir de çay söyledi. Çayımı içerken diğer polislere dikkat çekmeden kısa bakışlar attım. Hemen hepsinin yüzünde biraz bıkmışlık vardı. Bolca da somurtkanlık. Cinayetle uğraşıyorlar sonuçta, ne olacaktı ki?

Biraz sonra başkomiserin odasında bazı sesler duydum. Sanırım içerideki diğer kişi çıkıyordu. Oturduğum yerde biraz toparlandım. Başkomiser Salih ile konuşup (kapısında böyle yazıyordu: Salih AYGÖREN) hemen eve dönmeliydim. Dinlenecektim. Kapı açıldı nihayet. Başkomiser ‘tekrar başınız sağ olsun’ diyerek birisini yolcu ediyordu ama bir gariplik vardı. Başkomiserin yolcu ettiği kişi Dora’nın babasıydı. Gözlerime inanamadım. Yanımdan öylece geçti. Gözleri kan çanağıydı.

Oturduğum yere mıhlamışlardı beni sanki. Başkomiser odasına buyur etti ama ben o anda onu bile anlamayacak durumdaydım. Sonradan isminin Semih olduğunu öğrendiğim izbandut dürttü, "duymuyor musun birader seni çağırıyor?"

Semih’e bir bakış atıp ayaklarımı sürüye sürüye girdim Başkomiser Salih’in odasına. "Siz iyi misiniz?" diye sordu, diğerlerine göre daha aydınlık bir yüzü ve kesinlikle daha hoş bir uslübu vardı. "E-evet evet iyiyim" diye cevapladım, Başkomiserin bir soru daha sormasına izin vermeden sadede geldim.

-Ben dün evinde ölü bulunan Dora Ardıç ile ilgili konuşmak için geldim.

-Evet sizi dinliyorum.

-Ben katilin kim olduğunu biliyorum.

Başkomiser yerinde doğrulup devam edin anlamında elini şöyle bir salladı. Anlaşılan dikkatini fazlasıyla çekmişti anlatacaklarım.

-Başkomiserim, dün akşam S… Caddesi'nden evime dönüyorken yaşlı bir amca yolumu kesti. Hatta demin buradan çıkan yaşlı amca. Ve bana kızını öldürdüğünü söyledi. İlk başta inanmadım tabii. Adam takip etmemi söyleyince, peşine takıldım. Neyse, biz evine varınca kapıyı kızı açtı, ben de rahatladım. Sabah da haberi görünce şok oldum, hemen buraya geldim.

-Evin adresini hatırlıyor musun? Çünkü adamın üç kızı var.

-Hatırlıyorum. K… Mahallesi'nde, ilkokulun arkasındaki evdi.

-Ah be kardeşim madem böyle bir şey var neden adam buradayken söylemedin?

-Bi-bilmiyorum komiserim.

Açıkçası biraz korkmuştum ama bunu söyleyemedim. Başkomiser ‘tamam,tamam’ diye beni geçiştirip gitmemi emredercesine kapıyı gösterdi. Yine de kibardı bana karşı. Tam odadan çıkarken, "siz iletişim bilgilerinizi arkadaşlara bırakın, sizinle tekrar görüşmemiz gerekebilir" dedi Başkomiser. Masada oturan polise adresimi, telefon numaramı verdikten sonra kendimi dışarı atabildim sonunda. Şimdi eve gidip bir güzel dinlenecektim.




3. BÖLÜM  


Ertesi gün izinliydim. Bu yüzden evde keyif yapıyordum. Yemeğimi yedikten sonra, kendime bir yorgunluk yaptım. Ve önceki gün yarım kalan kitabımı okumaya başladım. Bu küçük şehirde yapacak pek bir şey bulamıyordum ve zihnimi meşgul etmek, köreltmemek için yaptığım şeyler sınırlıydı. Okuyor, internetten dizi ve filmleri takip ediyordum. Geri kalan zamanlarımda ise nişanlım Eda ile vakit geçiriyordum. Ama okurken zihnimin boş olması gerekirdi. İte kaka okumaya çalışırken kapı çaldı. Eda olmalıydı. Dün ve bugün yaşananları ona telefonda anlatmıştım ve o da bugün uğramaya çalışacağını söylemişti. Yerimden aceleyle kalktım kapıyı açmak için çünkü onu göreceğim zamanlar çok heyecanlanırdım.

Kapıyı açtım. Gelen oydu. Yani o yaşlı adam. Gariptir katil olduğunu bilmeme rağmen hiç korkmadım ondan. İçeri buyur ettim. Ya da polisi mi aramalıydım? Yok, yok onlar gelesiye kaçardı bu şeytan. Bürodaki yüzünün ifadesinden yani hüznünden ve kederinden eser kalmamıştı. Yüzünde benimle alay eden, hatta beni küçümseyen bir ifade.

"Niye geldin buraya?" diye sertçe sordum, üzerinde bir otorite kurmak içindi sanırım. Ama muhatabım bundan ürkecek biri değildi tabii ki. Kesik, hırıltılı bir sesle konuşmaya başladı:

-Polise gittin demek… hmm… Bak evladım, boşuna çabalama. O kızım denecek kahpe ölmeyi hak etti, ben de öldürdüm. Ama bunu ne sen kanıtlayabilirsin ne de o beceriksiz polisler. O yüzden bırak bu işin peşini. Bir ay sonra kimsenin hatırlamayacağı bir olay için kendini mi yakacaksın?


-Niye hak etti kızın? Hem ben nasıl yakacakmışım kendimi?


Cevap vermedi. Usulca yerinden kalktı. Bana şöyle bir baktı. İçim ürperdi, sanki bana değil de içimdeki bir şeye bakıyor, ona bir şeyler söylüyordu.


"Sen bu dediklerimi iyice düşün, hadi görüşürüz evladım" dedi ve çıktı evimden.

Hemen Eda’yı aradım, dışarıda buluşmak istediğimi, kendimi iyi hissetmediğimi söyledim. Bir saat sonra T… Kafe’de buluşacaktım. Üzerimi giyip kendimi dışarı attım. Kapıcı Mesut abi çöpleri atıyordu. "Mesut abi, apartmandan yaşlı bir adam çıktı az önce, nereye doğru gitti gördün mü?" dedim. İşi başından aşkın olan Mesut abi umarsızca "Yok ben görmedim kimseyi" diye cevapladı. Ben de "kolay gelsin" deyip yola koyuldum.

Arabaların, sokak aralarında top oynayan çocukların sesi fazlasıyla rahatsız ediyordu. Biraz müzik iyi gelecekti. Kulaklığımı taktım, yeni nesil şarkılardan oluşan bir playlisti karışık çalmaya başladım. O günlerde yapıldığı gibi bu tarz müzikleri ve müzisyenleri hor görmüyor, içi boş olarak nitelendirilen müzikleri büyük bir keyifle dinliyordum. Çünkü aklınızda ne varsa unutuyordunuz bu tarz müziklerde. Müziğin eğer bir misyonu varsa o da temelde bunu sağlamaktır.

Yürüyüş ve müzik iyi gelmişti. Şimdi Eda’yı görünce çok daha iyi hissedecektim. Bu düşüncelerle yürüyorken telefonum çaldı. Bilinmeyen bir numara. Açtım. "Kerem Bey, ben Başkomiser Salih. Size bir şey sormamız gerek." Haliyle biraz tedirgin olmuştum. Tüm keyfim de kaçmıştı. Boğazımı temizleyip "Buyurun Başkomiserim" diye cevap verdim. "Kerem Bey, Kerim Ardıç ile caddede saat kaçta karşılaştığınızı öğrenebilir miyim?" Tam olarak saatini bilmiyordum tabii ki. "Başkomiserim 20.30 - 21.00 arasında olması lazım. Tam saat bilmiyorum, umarım yardımcı olmuşumdur."

"Bu bilgi yeterli Kerem Bey, çok teşekkürler."

Sorular sorduklarına göre tam anlamıyla şüpheliydi. İçim biraz da olsa rahatlamıştı. Tekrar bir şarkı açıp keyifli keyifli yürümeye devam ettim. Küçüklüğümün bir kısmının geçtiği, metruk binaların hala çoğunlukta olduğu L… Mahallesi'ne girdim. Buradan Eda’yla buluşacağımız yere daha hızlı ulaşabilirdim. Çocukluk anılarımın bir kısmı gözümde canlanıyordu.




4. BÖLÜM


Eda ile buluştuk. Eda çok güzel bir kızdı. Orta boylu, beyaz tenli, olduğundan çokça genç gösteren biriydi. Bundan 6 sene önce memurlar için düzenlenen bir seminerde görmüştüm onu. Ardından tanışmak için fırsat kovalamış, ilk fırsatta biraz kekeleyerek biraz harfleri yutarak ‘İş çıkışında bir şeyler içmek ister misin?’ diye sormuş ve olumlu cevap alınca da havalara uçmuştum. İki sene önce de nişanlanmıştık.

Başımdan geçenleri detaylı bir şekilde anlattım. Çok şaşırmış gibi görünmüyordu. "Adamı yakalarlar sen de rahatlarsın" diye teselli ediyordu beni. Doğrusu ben de onun yanında güvende hissediyordum. İnsan sevdiğinin yanından bambaşka bir dünyada yaşıyor gibiydi zaten. Çaylarımızı tazelemesi için garsona el ettim. Aşk dolu gözlerle birbirimize gülümseyerek bakıyorduk. Ne kadar da mutluyduk, bir görseniz. Birazdan çaylarımız geliyordu. Bir elinde tam üç tane çay bardağı taşıyan garsonu hayran hayran seyrederken, gözüm iki yanımızdaki masaya takıldı. Yine o adam. Pis pis sırıtıyor. Ama bu mutlu anı bozmamalıydım. Ben sana yapacağımı bilirdim ama neyse alçak herif!

Ne kadar saklamaya çalışsam da Eda bende bir şeyler olduğunu sezmişti. "Bir şey mi oldu canım?" diyerek tuttu elimi.

"Bir şeyim yok bir tanem. Ama biraz yürüyüş mü yapsak ne dersin?" Buradan kaçsam iyi olacaktı.

"Olur aslında. Ben de otur otur bunalmıştım."

Az sonra kalktık. Hava biraz soğuktu. Eda’nın elini tuttum. Şöyle bir kestim etrafı. O adam yoktu, çok şükür. Havadan sudan sohbet ettik biraz. Biraz da evlilik planlarımızdan. Bir saatlik bu güzel yürüyüşün ardından Eda biraz üşüdüğünü ve eve gitmek istediğini söyledi. Otobüs durağına onu bıraktıktan sonra ben de evime doğru, ellerim ceplerimde yola koyuldum.

Hava ne kadar da soğuktu. Ellerimi cebimden çıkaramıyordum. Yeni yeni ısınmıştı derken telefon çaldı. Arayan başkomiserdi. Eve yaklaşmıştım. Gidince ben onu arardım. Her ne kadar konuşmak istemesem de.

Eve vardım. Biraz ısındıktan sonra aradım Başkomiseri. Telefon çalar çalmaz açtı.

"Alo, Kerem Bey?"

"Buyurun Başkomiserim."

İyiden iyiye polis memuru gibi hissediyordum kendimi artık.

"Kerem Bey sizinle bir görüşmemiz lazım"

Sesi biraz telaşlı geliyordu.

"Tabi Başkomiserim, yarın sabahtan gelirim ben büroya."

Başkomiser hızlı hızlı nefes alıp veriyordu. Biraz buyurgan biraz sert; "Hayır, bugün hatta şimdi görüşsek daha iyi olacak. Evinizdeyseniz ben de yakınlardayım. Bir beş dakikaya orda olurum."

Bu akşam da keyif çatamayacaktık anlaşılan. Bezmiş bir şekilde "Tamamdır bekliyorum." dedim ve cevabını beklemeden kapattım.

Neydi bu olanlar şimdi? Alt tarafı tesadüf eseri o caddeden geçen ben, kendimi bu olayların merkezinde bulmuştum. O sırada oradan bir başkası geçse onun mu başına gelecekti bunlar? Ya da bir beş dakika daha geç girsem o caddeye, mesela bir arkadaşım görüp kahvede bir çay ısmarlasa, olmayacak mıydı tüm bunlar? Neyse olan oldu artık. Ama şu Salih Başkomiseri biraz sertçe uyarmalıydım, bu ne canım her gün her gün...

Kapı çaldı. Başkomiser yanında iki kişi ile gelmişti. Birisi izbandut olan, Semih miydi neydi adı? Diğerini ilk defa görüyordum. Elinde bir bilgisayar çantası vardı.

"Hoş geldiniz" dedim bariz soğuk tavırla ve oturma odasına davet ettim. "Eviniz çok güzelmiş" diye gülümseyerek gözümün içine baktı Başkomiser. Keşke o kadar soğuk davranmasaydım. O da görevini yapıyor sonuçta. Neyse. "Eh, memur maaşıyla bu kadar işte."

Başkomiser birden ciddileşti. "Kerem Bey dün bize belirttiğiniz saatte belirttiğiniz caddede tam da belirttiğiniz yeri gösteren bir güvenlik kamerası bulduk. Şimdi size bunu izleteceğiz. Sizden sakin bir şekilde izlemenizi ve bize bu görüntüleri açıklamanızı istiyoruz."

Bilgisayar çantasıyla gelen polis çoktan masaya yerleşip bilgisayarı açmıştı. Görüntüler izleyeme başladık hep beraber. Videonun altında dünkü tarih ve saat yazıyordu. İşte ben geliyordum. Ellerim yine cebimde. Daha uzun gösteriyordu sanki beni. Biraz da zayıf. Bir dakika o adam nerede? Kerim miydi neydi? Onun olduğu yerde bir çam ağacı vardı. Ve ben onunla hararetli hararetli konuşuyordum. Sonra birden aklıma bir şey gelmiş gibi koşarak uzaklaşıyordum.

Ve görüntüler burada bitiyordu.

"Kerem Bey" dedi ve duraksadı Başkomiser. "Açıklamanızı bekliyorum."

İçim ürperiyordu. "Başkomiserim size anlattım her şeyi. Bu görüntülerde eksik var."

"Siz demin memur maaşıyla bu kadar gibi bir şey söylediniz."

"Evet"

"Evde sizden başka yaşayan biri daha mı var?"

"Hayır"

"O zaman memur olan sizsiniz."

Ne diyordu bu adam?

"Evet, benim."

"Anladım. Peki bugün hiç dışarıya çıktınız mı?"

"Evet. Nişanlımla buluştum. Hatta bugün o adamı tekrar gördüm."

"Fotoğrafları göster" diye emretti izbanduta.

Fotoğraflara baktım. Hepsinde tek başımaydım. Yolda, çay bahçesinde. "İyi ama, Eda yok."

"Kerem Bey siz ne nişanlısınız ne de bir memur. Ne de Eda diye biri var."

Gürültülü bir kahkaha attım.

"Ne diyorsunuz siz?"

"Nişanlınızın bir fotoğrafını gösterin o halde."

"Yok. O fotoğraf çekilmeyi sevmez."

"Anladım. Sizi durumu şöyle özetleyeyim..."

Sözünü kestim Başkomiserin. "Neler oluyor, ne demek istiyorsunuz siz?"

Yarım kalan cümlesine tekrar başladı.

"Size durumu şöyle özetleyeyim: Memur olduğunuzu iddia ediyorsunuz ama değilsiniz. Hatta bir işiniz yok. Nişanlınız Eda’nın olduğunu söylüyorsunuz ama öyle biri yok. Komşularınıza, sizi tanıyan herkesi sorduk, soruşturduk. Meczuptur ama zararsızdır dediler sizin için. Ve siz bize öldürülen bir genç kadını son gören kişi olduğunuzu söylediniz. Buna her ne kadar inanmasak da evinizde bir arama yapmak zorundayız."


Kıpkırmızı kesilmiştim. Neler diyordu bu adam böyle? Ben deli miydim yani?

"Hayır onu ben bıçaklamadım, onu ben öldürmedim!" diye haykırdım yüzüne.

"Kerem Bey haberlerde ya da herhangi bir yerde maktulün nasıl öldürüldüğüyle ilgili böyle bir bilgi yok. Siz nereden öğrendiniz bıçaklandığını?"

"O adam söyledi."

"Anlıyorum. Şimdi arkadaşlar evinizi arayacaklar lütfen zorluk çıkarmayın."

Olur anlamında salladım kafamı.

10 dakikadır evi didik didik ediyorlardı. Bir şey yoktu sanırım. Birazdan elinde kanlı bir bıçakla çıktı geldi bizim İzbandut. Gözlerim parladı.

"Evet, evet. Bununla öldürdüm o Dora kahpesini."