Hiç unutmam, bir haziran akşamıydı. Serinliğin hissedilebileceği son günlerdi. Hissettiği esintinin huzuru ile göğe baktı Kiraz. Zaten hep, göğe bakardı. Başını omzuma yaslayıp bir yıldız gösterdi bana, işaret parmağıyla. İyi bak o yıldıza, dedi. Bu yıldız üç yüz ışık yılı uzakta ise; biz şu an onun üç yüz yıl önceki hâlini görüyoruz demektir. O yıldız kendi zamanında şu an sönse, dünya gözüyle önümüzdeki üç yüz yıl daha parlamaya devam edecek anlamına gelir. Tıpkı sesler yok olsa da, yankılarının kulaklarımızda çınlamaya devam etmesi gibi.

Umarım biz de, yıldızlara benzeriz; ışığımız sönse de, parlamaya devam ederiz, dedi ve üzerine kiraz motifi yerleştirdiği seramik bardağından bir yudum daha kahve aldı. Nasılsa iki hafta sonra sıcak iyice tepemize çökecek ve ter, tenimizin üzerinde yapış yapış olmaya başlayacaktı. O zaman insanın canı kahve bile içmek istemezdi.

Belki o yapış yapış akşamda bir yıldız sönecekti dört yüz yıl önce, ve biz bu kez ona denk gelecektik.

Belki o zaman anlardık evrendeki evrensizliği ve zamanın içinde, zamansızlığı. Yüzleştiğimiz bu illüzyon, bizi kendimize de getirebilirdi, kafayı da yedirtebilirdi. 

Neyse.

Daha çok vakit vardı dört yüz yıl önce sönen yıldızın ışığının yok olmasına.