Eskiden beri geçtiğim sokaklardaki evlerin içindeki hayatları merak eder, akşamları ışığı yanan evlerin pencerelerine dalar giderdim. Bunu ona söylediğimde gülümsemesinde şaşkınlık mı vardı yoksa alaycı bir hüzün mü bilemiyorum. Sonra onu da kendime benzettim. Karanlık sokakları aydınlatan evlerde ne yaşanırsa yaşansın biz o evlerdeki insanlara mutlu hayaller hediye etmeye beraber devam ettik.



Bir rastlantı ile başlamıştı her şey. Şehrin, içinde gezerken asla bir şehirde olduğunuzu anlamayacağınız mahallelerinden birinde idim. Mevsim sonbahardı. Ağır adımlarla yürüyor yolun sağında ve solunda muntazam bir şekilde sıralanmış evleri izliyordum. Boyaları, perdeleri, kapıları tıpkı içlerinde yaşanan hayatlar gibi farklıydı. Kokular alıyor, tüten bacalar görüyor ve hayaller kuruyordum. Ayaklarım beni nedendir bilinmez, saat kulesinin dik yokuşuna doğru sürükledi. Yokuş bittiğinde yürüyecek halim kalmamıştı ama biraz da şehrin sonbahar halini izlemeye kararlıydım.



Zaman kavramını da yitiririm bazen. Puslu havanın ağırlığıyla gözüme daha da ezgin, daha da solgun görünen semti ne kadar izledim bilmiyorum. Yokuşa bu kez inmek için yöneldiğimde kulenin kapısı önünde bir çift gözün beni izlemekte olduğunu fark ettim. Gitmem gerektiğini bilmeme rağmen gidemiyor, bir çift siyah gözün büyüsünden çıkamıyordum. Beni kendime getiren hafif bir gülümseme ve bir “merhaba” oldu.


Elinde eski bir defter ve bir kara kalem tutuyordu. Defteri ürkekçe bana uzattığında puslu semtin önünde uzun paltosu ve uçuşan saçları ile kendimi bir resimde gördüm. Bir neden mi sormak gerekirdi yoksa teşekkür etmek mi bilemedim ama gülümsemekle yetindim. Biz hayalperest iki yalnızın hikâyesi böyle başlamıştı. Biz sokakları ezberledik, sokaklar bizi. Ben hayaller kurdum; o çizdi ve insanlar bazen kapılarının önünde, bazen pencerelerinin kenarında bizim onlara armağanlarımızı buldu.



Bir resim ile başlayan bu romantik ve eşsiz girişim sanıyorum ki yine bir resim ile bitti. Ayrılığın ve yalnızlığın yakışmadığı bir mevsimdir hâlbuki ilkbahar. Güneşli ve taze bahar dallarının süslediği bir ilkbahar sabahında evden çıkmak için kapıyı açtığımda ayaklarımın dibinde ikiye katlanmış bir kağıt buldum. Ellerim titreyerek ve kalbimi duyarak resme baktığımda, hüzünlü bir erkek yüzü gördüm. Anlamam için başka hiçbir şeye gerek yoktu.



İnsan bazen her şeyden çok nedenlere ihtiyaç duyuyor. İnsanın canını en çok bilinmezlik yakıyor ve yine insanın bazen tek avuntusu, zamanın birinde sevilmek olabiliyor. Elbette vardır kısa hikayelere fakat; giriş, gelişme ve sonucun, geldi, sevdi ve gitti olması... Bu kadarcık olması...


Şimdi bir rüyaymış gibi hatırladığım o akşamlar gözlerinde yıldızların yansımasını gördüğüm gözleri kadar uzak.



Biz birer mutlu hayaller ustasıydık hâlbuki. İkimizin varlığından habersiz yüzlerce insana neşe mutluluk ve gülüşler biçtik. Yüklemler nesneler dolaylı tümleçler avucumuzdaydı. Peki, şimdi benim mutsuz bir hikâyenin, perdesi açık kalmış ruhsuz bir evin öznesi olmam da neyin nesi?


Karanlık bir kış akşamında salonun perdesi ardına kadar açık. Dışardan nasıl göründüğünün bir önemi yokmuş ve armağan edilen her güzellik camlara çarpıp geri dönüyormuş. Saatimin kederli tik takları kederime eşlik ederken anlıyorum her şeyi.



Bu akşam hiç susmayan iç sesime, senli anılara ve mutlu hayallere veda vaktidir. Bir umut deryasına kendimi bırakmak istiyorum. Ayağa yeniden kalkarken devrik cümlelerimle son bir hikâye yazacağım. Bu kez imzası yalnız. Merhaba; ben mutlu hayallerin başarısız yazarı, kırgın bir hikâyenin esas kızı. Perde kapanmadan önce beni görün istedim. Merhaba ve hoşça kalın.