Kırgınım, bütün insanların kırıldığı gibi. Ancak ben umutların yapraklarıyla bezendim. Hırçınlaşmış ruhum ve yapbozun parçalarından kurulu bedenim eziliyor ayak altında kalmış bir karıncaymışçasına. Dünya bu, sessizliğin yalnızlığa dönüştüğü koca bir teneke. Tıngırdadıkça içindekiler, kalabalıkların sesini yutuyor pervasızca. İşte bu koca tenekede parlayan bir çift elmasın aydınlığına sığınma umudu vardı içimde. Ama artık korkuyorum ne kadar belli etmesem de.


Yanılmadığımı haykırmak istiyorum, herkes işitsin ve herkes bana hak versin istiyorum. Oysa çıkmaz bir sokağın kaygan kaldırımlarında kaybolan dilsiz ve sağır bir kalbim var şimdi. Adımlarım sığ, bakışlarım donuk, içimde milyonlarca fersah uzaklığa dalıp giden acı... İnsan böylesine küçükken nasıl kaldırabiliyor bunca büyük yükü? Kalpten olsa gerek. Yenilmez orduların, sonu gelmez şehirlerin, bitmez tükenmez mevsimlerin ve dibi bilinmez okyanusların sığdığı bir yere neden bunca acı sığmasın tabii. Platonik bir fıkradan öteye geçmiyor aslında kalbin sanrıları. Kim bilir, belki düğümü çözülmek bilmeyen bir ip yumağı, belki de örümcek ağına takılmış çaresiz bir böceğin çırpınışıdır. Hepsinin ortak noktası ise firakın zihindeki yansıması. Öyle ya, firak hep düşman kesilir. Kum fırtınalarının vuslat baharlarına dolduğu çaresiz çöldür firak. Adım attıkça içine çeker seni, kaçtıkça kovalar, yakaladıktan sonra uzun uzun seyreder içindeki yorgunluğu. Vuslata kavuşmanı asla istemez. Peki şimdi ben hıncahınç doluyken firaklarla, vuslatlara ulaşmayı nasıl hedefliyorum? Kimse bilmiyor.


Griye gökyüzünün ne kadar renkli olduğunu anlatamazsın. Dünyanın en güzel besteleri işitmeyen birine bir anlam ifade etmez. İşte hissizliğin kapladığı bir ruh da böyledir: Yorgun ve bitap... Böyle bir ruhun sahne ışıkları yalnız kaybettiği yerde tekrar tekrar yanar. Kimi dostunu, kimi sevgilisini, kimi ailesini kaybeder ve sahne ışığı daima kaybettiklerinin üzerinde döner durur. Ben ise sahne ışığımı kaybettim. O andan itibaren karanlığın aydınlığa üstünlüğünü sayıklamaya başlamışım çığırından çıktığını bilmeden. Gerçek o ki, gözler aydınlıkta değil karanlıkta daha iyi görüyormuş meğer. Ancak bu gözler başka: Anlamını bilmediğimiz ve ardından güç yetiremediğimiz, yılgınlık ve bitkinlik göstermeyen sessiz sedasız usulca işleyen gözler... Bakınca görülmeyen ama gördüğün her an bakılan gözler... Sonu gelmez savaşların, uğruna yakılan şehirlerin, feda edilen nice canların sebebi gözler... İşte sayıkladığım karanlığı görebilen bir tek onlar. Karanlığı görebilen gözlerin karşısında aydınlığın ne hükmü var ki?


Biliyorum, ulaşılacak dünler, bugünler ve yarınlar var. Ancak zaman gittikçe doluyor benim için. Zamanın bu yıpratıcı sertliğinden, geri gelmez kaypaklığından, yarım kalan anlarından kaçamayacağımı artık öğrendim. Bu yüzden hayal sandalımda kürek çekiyorum zamanın gerçekliğine doğru. Varılacak bir liman yok belki, belki de çabalamayı ölüm yağmurlarına bırakmak gerek. Kırgınım dediysem boşuna değil tabii, siz sandalın küreklerini ne sanıyordunuz?