Havalandırmadaki fare çok hareketliydi, adeta bir yere yetişme gayesi olan soğuk şehir insanları gibi atik ve umarsız, hedefine doğru istikrarlı bir şekilde fıtı fıtı koşturuyordu. Yani benim gözümden böyle gözüküyordu. Oysaki bizim farenin tek gayesi havalandırmanın kenarında duran ekmek kırıntılarını toplama arzusuydu. Ne kadar matah bir gaye, öyle değil mi? Nereden baksan bir amaç bile olamayacak kadar küçük. Ne de olsa bizler gibi sabahın erken saatinde, gözlerinde morluklarla, daha uykusunu almadan ve istemeden o sıcacık yataklarından kalkıp sabahın sert soğuklarında kıçı kırık bir dolmuşu bekleyip ve saatlerce trafiğin içinde debelenip, kollarımızın dolmuş tutacaklarına tüm DNA'mızı son damlasına kadar bırakarak öyle çokta matah maaşlar almayıp ama tüm saatimizi tüm bu beyhude çaba için kendini 3 kuruş para için tüm yaşamını satmıyordu değil mi? Birazcık da olsa tüm bu saydıklarım içinize su serpti değil mi? Çünkü içimize su serpilmeli ki bu çark dönsün ve kibrimizle fareyi yenelim. Neden sürekli bir şeyleri kendimizin hayat çabasının altında görme ihtiyacı duyarız hiç anlamam doğrusu, bu kibir nereden geliyor; bu kıskanma, bu hor görme hobisi neden mevcut tüm beyinlerde… Oldukça doluyum, ceplerim iğrenme dolu, paçalarımızdan irin akıyor. Yalvarıyorum bitsin artık bu yerküre saçmalığı. Bizi kafa uçurmalar, bir kapı kenarından miyavlayarak derdini çözmemizi bekleyen kedi ya da o havalandırmadaki kırıntıları dikkatli bir şekilde toplayıp tüm çabasıyla ona ulaşmak isteyen farenin mutluluğunu görmek ve karın

tokluğunu izlemek paklar ya da sokağa çıkıp hunharca ben deliyim ve bunun farkındayım diye haykırmak… Seçim sizin ve sesinizin desibelinin…