Yaşlı adam, odada bulunanların uzun süredir konuşmadıklarını fark etti. İnsanlar çaylarını höpürdeterek yudumlarken oldukça üzgün görünmeye çalışıyor gibilerdi. Zaman geçtikçe birbirine karışan höpürdetme sesleri, ince belli çay bardaklarının küçük cam tabaklarıyla tekrardan buluşmasıyla ortaya çıkan şıngırdamalar, her yutkunmanın kendisinden öncekine oranla daha belirgin duyulan sesi ve her geçen saniye daha da gürültülü şekilde dışarıya veriliyormuş gibi işitilen nefesler evin sahibi olan bu yaşlı adamcağızın sinirlerini iyiden iyiye bozuyordu. Çay tabağının içerisinde kaç dakikadır çevirdiğinden emin olamadığı bardağını dolduran koyu kırmızı çaydan henüz hiç yudumlamamıştı. Dalgın gözlerini çay bardağından aldı ve başını kaldırıp evinin küçük oturma odasındaki “L” şeklinde yerleştirilmiş iki sediri kaplayan kalabalığa ilk kez baktı. Ona uzak olan sedirin üzerinde üç kişi, diğerinde ise dört kişi oturuyordu. Kendisi, küçük ve siyah renkte olan tüplü televizyonun yanında, plastik sandalyede oturmaktaydı. Odada eşini görememişti fakat mutfaktaki lavabonun metal yüzeyine şiddetli ve düzensiz biçimde akan suyun sesini duyunca eşinin orada olduğunu anladı.
Gözleri kendisine uzakta olan sedirin üzerindeki üç kişiye kaydı. Köşede oturan genç adam akıllı telefonuna bakıyordu, hemen yanında yaşça odadaki diğer kişilerden daha genç görünen -lise öğrencisi olduğunu tahmin ediyordu- erkek çocuğu ise ara sıra çayını yudumlarken çıt çıkarmadan köşedeki genç adamın telefonunu gözlüyordu. Diğer ikisinden daha büyük görünen -saçıyla sakalının birleştiği kısımlara ak düşmüştü- orta yaşlı adam sedirin ucuna oturmuştu. Sağ ayağını altına almış, diğerini ise aşağıya sarkıtmıştı ve dalgın biçimde yere bakarken çayını yudumluyordu. Üçünü de tanımadığını fark etti yaşlı adam.
Diğer sedirde oturan üç kadından ikisi tombuldu ve kenarları renkli işlemelerle bezenmiş yağlıklarla saçlarını örtmüşlerdi. Bu iki kadın, eşinin mahallede gün yapmak için bir araya geldiği arkadaşlarındandı. Diğer kadın, yanındakilerin tam tersine daha bakımlı, genç ve güzel görünüyordu, yüzü çok tanıdık geliyordu ama kim olduğunu çıkaramadı. Bu kadınların yanında dışlanmış gibi görünen ve sedirin en ucunda oturan yaşlı bir adam vardı. Bu adamla geçen yıl bayram namazı çıkışında, Ramazan Bayramı mı yoksa Kurban Bayramı mı olduğunu hatırlayamıyordu, tanışmıştı ama pek yakın arkadaş sayılmazlardı. Karşılaştıklarında birbirlerine yalnızca selam vermekle yetinirlerdi. Nadiren, beş on dakika süren ayaküstü konuşmaları olurdu.
Yüzlerinde içten olmadığına inandığı hüzün ifadesi vardı. Bu ortamda daha fazla bulunmak istemediğini fark etti. Yatak odasına geçip yalnız kalmak istiyordu ve de böyle yapmaya karar verdi. Ayağa kalktığında tüm gözlerin kendisine çevrildiğini hissetti. Bu bakışlara aldırmadan çayını televizyonun yanına bıraktı ve odadan çıktı.
Yatak odasına doğru ilerlerken mutfaktaki seslerin kesildiğini fark etti ve hemen sonrasında eşinin kendisine “Tarık Efendi?” diye seslendiğini işitti. Morali o kadar bozuk, içi o kadar sıkkındı ki dönüp eşine tek kelime bile söyleyecek hâli yoktu. Sadece biraz yalnız kalmak istiyordu. Kendisine endişeli biçimde seslenen yaşlı kadını ardında bırakarak yatak odasına geçti ve kapıyı gıcırtılar eşliğinde kapattı. Kocasının odaya geçip kapıyı kapatmasını yorgun gözlerle izleyen kadıncağız, onun bu hâlini görünce daha da hüzünlendi ve derin bir iç çekerek oturma odasına geçti.
Tarık Efendi odasına geçer geçmez içindeki sıkıntı çığ gibi büyüdü. “Otuz yıl,” diye geçirdi içinden. “Bu odada uyuduğum ilk geceden bu yana dile kolay tam otuz yıl geçti.” Ardından küçücük odanın büyükçe kısmını kaplayan yatağın içinde oldukça mutlu ve huzurlu görünen üç kişi belirdi: Genç bir adam, onun güzel eşi ve aralarında da babasına hayranlıkla bakan dünyalar tatlısı kızları. Yatağında yatan bu güzel aileyi -kendi ailesini- izlerken acının tatlı tebessümü çehresinde belirmişti, zamanında ne kadar da mutluyduk, diye düşündü. İşaret parmaklarının tersiyle her iki gözünde biriken yaşları sildi ve gözlerini kırpıştırdı. Yatakta kimsecikler yoktu artık.
Beyaz boyalı beton duvarlar arasında üşüdüğünü hissetti ve kapının tam karşısındaki ahşap dolabın karşısına geçip sağ kapağını gıcırdatarak açtıktan sonra lacivert renkli ceketini alıp yün kazağının üzerine giydi. Daha sonra dolabın kapağını kapattı -bu sefer gıcırdamamıştı- ve ceketinin fermuarını boğazına kadar çekerken dolabın yanındaki ahşap çerçeveli pencerenin önüne geçip dışarıyı kısa süreliğine süzdü. İkindi vaktiydi ve güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı. Hava bulutlu olduğu için dışarısı normalde olması gerekenden daha karanlık görünüyordu. Bunun dışında gözüne çarpan başka bir şey yoktu, komşularının evi tüm manzaralarını(!) kapatıyordu çünkü.
Sıkıntı ile karışık hüzünle göğüs kafesi titreyerek derince nefes verdi ve arkasına dönüp tekrardan yatağa baktı. Kapının olduğu duvardan tarafta kendisi yatıyordu. Yastığındaki yer yer ıslaklık izlerini görünce bu gece de uykusundayken ağladığını anladı. Yatağın kendi bölgesine doğru yürüdü, attığı her adımda ayaklarının altındaki çürük ahşap parke gıcırdıyordu. Yatağa oturdu ve hüzünlü biçimde dakikalarca yastığındaki gözyaşlarına baktı.
Oturma odasının kapısının açıldığını işitti. Herkes aynı anda ayaklandığı için atılan adımların sesleri gürültülü olmanın da ötesinde âdeta hissediliyorlardı. Bu hareketlenmeler Tarık Efendi’nin dalgın hâlinden arınmasını sağlamıştı. Sesler nedeniyle gözleri yastığından kapıya doğru kaymışlardı. Dışarıdan vedalaşma sesleri geliyordu, kısa süreliğine de olsa onları uğurlamak için görünmezse insanların onun hakkında ileri geri konuşacaklarını biliyordu. “Çok da umurumda.” dercesine omuzlarını silkti. Kısa süre sonra evin giriş kapısının kapandığını duyunca biraz da olsa rahatladığını hissetti. Eşinin oturma odasıyla mutfak arasında gidip gelen ayak seslerini işitmeye başlayınca da içerideki çay bardaklarını topladığını anladı.
Bu esnada karşısındaki duvara dayanmış demirden yapılma eski masanın üzerindeki defter gözüne ilişti. Neredeyse yirmi beş, otuz yıllık olan bu defter resmen dökülüyordu. Masanın önündeki pek de rahat sayılmayan sandalyeye oturdu ve titremeye başlayan ellerini uzatıp defteri aldı. Parçalanmasından korktuğu için onu tutarken çok dikkatli davranıyordu. Bu deftere kızıyla yaşadığı ne varsa elinden geldiğince yazmıştı.
Defterin siyah renkli kalın kapağını elinin iç kısmıyla temizledi ve dolu gözlerle kısa süreliğine ona baktı, anıları birer birer zihninde canlanmaya başlamışlardı. Yaşadığı ufak tereddüt sonrasında defterin kapağını yavaşça kaldırdı ve karşısına çıkan ilk anıyı içinden okumaya başladı. Yıllar yıllar önce “Baba Oluyorum!” diye attığı başlıkla başlamıştı defterine.
Defterin ilk cümlesiydi, “Hâlâ inanamıyorum!” Ve ardından şu cümleler geliyordu:
“En sonunda dualarım gerçek oluyor, baba oluyorum! Ne hissedeceğimi, ne yazacağımı inanın ki bilmiyorum. Elim ayağıma dolandı, adam akıllı da yazamıyorum. Aman, bunun ne önemi var? Yaz gitsin işte, değil mi? Of, çok heyecanlıyım ve mutluyum. Acaba cinsiyeti ne olacak? Umarım kız olur, ona gözüm gibi bakarım, pembiş pembiş elbiseler giydiririm, çiçekli böcekli tokalarla saçlarını toplar, o topladığım saçları şekilden şekle sokarım. Önce at kuyruğu, sonra topuz, daha sonra kafasının iki yanından sarkacak tavşan kulakları, hoşuna gitmezse o kulakları toplar ve minik bir fareye dönüştürürüm onu! Ama tabii ki en önemlisi sağlık. Sağlıklı olsun da kız olmuş, erkek olmuş, o kadar da önemli değil. Yine de içten içe kız olsun istemiyor değilim.
Bu sabahı ömrüm boyunca unutmayacağım. Biricik eşim Mehtap, hayattaki tek var olma sebebim diyebilirim. Değer verdiğim çoğu şeyin ellerimden kayıp gittiğine defalarca kez şahit oldum ve bu sabah onun çok kötü durumda olduğunu görünce doğal olarak telaşa kapıldım. Hâlsizdi, beti benzi atmıştı ve kusuyordu. Hemen doktora götürdüm ve müjde! Doktorun ‘Tebrikler, baba oluyorsunuz!’ sözü hâlâ kulaklarımda yankılanıyor!”
O sabahı gözünün önüne getirdi hafif buruk tebessümle. Hastanenin karanlık ve basık koridorlarında sevinçle koşturuyor, yerinde duramıyordu. Hızını alamayıp kendisine müjdeli haberi veren doktoru kucakladığını ve sevinçten deliye dönmüş biçimde onu iki yana defalarca salladığını hatırladı.
Birkaç sayfa atladı. Atladığı sayfalarda ne kadar mutlu olduğuna, çocuğunun erkek veya kız olması durumunda onunla neler yapacağına, ismini ne koyacaklarına ve kız babası olacağını öğrendiği zaman hissettiklerine bayağı coşkulu şekilde yer vermişti. Sayfaları atlamayı bıraktığında karşısına “Aramıza Hoş Geldin Küçük Melek’im” başlıklı bölüm çıktı. Elinin tersiyle gözünde biriken yaşları sildikten sonra bu anıyı da okumaya başladı:
“Doğumun üzerinden bir hafta geçti… belki de daha fazla, bilmiyorum. Öyle yoğun ve yorgundum ki bu süre boyunca defterimi elime alamadım bile. Kızıma bir şey olacak korkusuyla geceleri beşiğinin başından ayrılamadım. En son kaç gün önce uyuduğumu hatırlamakta zorlanıyorum. Ve bunların daha yalnızca başlangıç olduğu aklıma geldikçe suratımda ufak tebessümlerin oluştuğunu hissediyorum, sonra da kendime şunu diyorum: ‘Buna kesinlikle değer.’
Her neyse, biraz da bebeğimden bahsedelim. Ona rahmetli annemin adını verdik: Melek. Bence bu isim ona çok yakıştı, beyazlar içindeki minicik bedenine baktığımda meleklerden altta kalır yanının olmadığını görüyorum. Tabii, kanatları eksik ama olur o kadar. Zaten asıl önemli olan, davranışlarıyla melek gibi bir kız olduğunu göstermesi. Yoksa günümüzde melek yüzlü şeytanlarla attığınız her adımda karşılaşabiliyorsunuz, umuyorum ki kızımın karşısına böyleleri çıkmaz.
Anneme de değinmeden geçemeyeceğim. Eğer kendi çekirdek ailemi kurduğumu görebilseydi benimle gurur duyardı. Fakat kocası olacak o gaddar herif yüzünden beni ve torununu cennet bahçelerinin birinden izlemek zorunda kaldı. Annemin canını alan o canavar şu an nerede, bilmiyorum ama umuyorum ki ölmemiştir. Umarım kuytu köşelerde sefalet ve acı içinde kıvranıyordur.”
Babasının annesine şiddet uyguladığı zamanları hatırladı Tarık Efendi. Henüz küçük yaşlardaydı ve bu bağırıp çağırmalardan, evin içinde yankılanan tokat seslerinden fazlasıyla korkuyor, evde tansiyon her yükseldiğinde annesinin çığlıklarıyla yalvarmalarını duymamak için minik elleriyle kulaklarını kapatıp oradan hızla uzaklaşıyor ve bulduğu ilk yere -bu yer genelde odasındaki sedirin altı ya da hemen yanı oluyordu- saklanıp sessizce ağlıyordu. Tartışma bittiği zaman kocasından dayak yiyen zavallı kadıncağız oğlunun yanına gelip onu sakinleştirmeye çalışıyor, anne ile baba arasında böyle şeylerin olmasının gayet normal olduğunu, bazı zamanlar daha da ileri gidip böyle ufak(!) tartışmaların evliliğin tuzu biberi olduğunu söylüyordu. Bu sözler üzerine sakinleşir gibi olan küçük Tarık, kafasını dizlerinin arasından kaldırıp annesinin suratına baktığı zaman tekrar ağlamaya başlıyordu. Kadıncağız ne olduğunu anlamayarak oğluna neden yine ağladığını sorunca “Dudağın kanıyor anne!” cevabını alıyordu.
İçindeki sıkıntı katlanarak artmaya devam ederken defterdeki diğer anılarını okumayı sürdürüyordu. Kızının ilk kelimesinin “baba” olduğunu, ilk adımlarını atmaya başladığı zaman duyduğu heyecanı, parka gidip çılgınlar gibi eğlenmelerini, büyüyüp okula başlamasını, hastalandığında uykusuz geçen geceleri, yağmurlu akşamlarda çakan şimşekler yüzünden korktuğu zaman ailecek beraber uyuduklarını ve daha nice güzel anılarını aktarmıştı bu deftere. Buraya kadar her şey güzeldi. Asıl sorun kızının ergenlik dönemiyle birlikte başlamıştı. Kızı artık annesi ile babasını değil, dizilerde ve filmlerde gördüğü güzel, serseri ve havalı olduğunu düşündüğü karakterleri örnek alıyordu kendine. Arkadaş ortamından da fazlasıyla etkilenmeye başlamış ve şımarık, ailesiyle vakit geçirmekten çekinen, ailesiyle gezmeye utandığı için zorla dışarıya çıktıklarında onların birkaç adım gerisinden veya önünden yürüyen, gece geç saatlerde eve dönen, sabahlara kadar telefonunu elinden düşürmeyen bir kız olmuştu. Değişmişti kısacası, başka birisine dönüşmüştü.
“Umarım Bu Ergenlik Fazla Uzamaz” başlığını görünce derince iç çekti ve okumaya başladı:
“Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Geçen gece Melek uyurken telefonunu karıştırdım ve karşılaştığım manzara korkutucuydu. Arkadaşlarıyla yaptığı saçma sapan dedikoduları geçtim, yaklaşık on erkekle düzenli olarak mesajlaştığını fark ettim. Bunlardan bir tanesiyle çoktan canımlı cicimli konuşmaya başlamışlardı. Diğerleriyle her ne kadar arkadaşça konuşmalar yapmış olsalar da o erkeklerin yazdıkları masum görünen mesajların altında nasıl düşüncelerin ve amaçların yattığını gayet iyi biliyorum. Melek’le oturup bu konuyu konuşmam gerek ama telefonunu karıştırdığımı duyunca büyük ihtimalle bana bağıracak ve kendini odasına kilitleyecek. Artık kendi öz kızımdan korkar oldum, ne yapsam bana bağırıyor ve kendisine zarar vermekle beni tehdit ediyor. Zamanında fazla mı yüz gösterdim acaba, diye düşünüyorum bazen. Yumuşak bir baba olduğum için benden korkmuyor ve kötü yollara sapıyor. Eğer daha sert olsaydım benden korkup kötü şeyler yapmaya çekinir miydi? Her neyse, umarım bu ergenlik fazla uzun sürmez. Çünkü yavaş yavaş rezil bir baba olduğumu düşünmeye başlıyorum ve bu durum beni gerçekten çok üzüyor.”
Bu anıyı yazdıktan sonraki gün yaşananları hatırlayıp acı acı gülümsedi. Melek’le konuşmaya çalıştığında tahminleri tutmuş, kızı ona bağırıp odasına kapanmıştı. Neyse ki Melek’in üniversiteye gitmesiyle birlikte ailesine olan bağlılığı tekrar eski hâline dönmüştü. Ailesinden uzakta yaşayınca onları iyiden iyiye özlemiş ve ne kadar değerli olduklarını anlamıştı. Kimse ona bedavaya yemek, giysi ya da kalacak yer vermiyordu. Onun için karşılık beklemeden her şeyi yapacak yalnızca ailesi vardı.
Defterin son anısına geldiğini fark edince yüreği acıyla sızlamaya başladı. Kısa süreli tereddütten sonra bu anıyı da okumaya karar verdi. Buraya kızının düğününü, iyi kazanan bir doktor olmasına rağmen sevmeyi beceremediği damadını ve kızıyla vedalaşırken yaşadıkları duygusal anları yazmıştı. Okumayı bitirmesiyle birlikte gözyaşlarını daha fazla tutamadı ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Kocasının ağlama seslerini işitince evin hanımı Mehtap, odanın kapısını araladı ve eşinin yanına gelerek “Ağlama be, Tarık Efendi,” dedi. Ardından kırış kırış olan elini eşinin omzuna koydu. “Bak, beni de ağlatacaksın, gözünü seveyim yapma. Kalk bi’ elini yüzünü yıkayıver de kendine gel. Ve artık şu defteri okumayı bırak. Allah bilir kaç yüzüncü kez okudun onu, yeter artık. Kendine zarar veriyorsun.”
Tarık Efendi gözyaşlarını silip rahatlar gibi olduktan sonra eşine odadan çıkmasını işaret etti. Evin hanımı, kocasının durumuna üzülerek başını hafifçe iki yana salladı ve odadan çıkıp kapıyı kapattı. Ardından Tarık Efendi, defteriyle masanın köşesindeki mavi renkli tahta kalemliğindeki -kızı henüz küçükken birlikte boyamışlardı- kalemleri arasında kararsız biçimde gözlerini gezdirdi. En sonunda cesaretini topladı ve kalemini yıllar sonra yeniden eline alıp defterin boş olan son sayfalarını açtı. Sol gözünden süzülen gözyaşının ak sakallarından kayarak sararmış sayfaya düşmesiyle yazmaya başladı:
“Bugün kırkıncı gün, kızımı da annemle aynı sebepten toprağa verişimin kırkıncı günü. Annem yaklaşık kırk yıl önce meleğe dönüşerek bu lanet olasıca dünyadan ayrıldı. Onu zalimce katleden kişi benim bir zamanlar ‘baba’ diye seslendiğim herifin tekiydi. Bu olayın üzerinden kırk yıl kadar geçti, bu sefer de benim biricik kızım adının hakkını vererek meleğe dönüştü ve babaannesinin yanına uçup gitti. Onu öldüren kimdi peki? Bana ‘baba’ diye seslenen ve benim damadım olacak o haysiyetsiz herifin ta kendisiydi. O p… kurusuna ne oldu biliyor musunuz? Ona resmen ‘Demek eşini öldürdün, ha? Tamam, o zaman bundan sonra hayatının sonuna kadar tüm masrafların bizden. Yataklarımız pek rahat değildir, yemeklerimizin de leziz oldukları söylenemez ama zamanla hepsine alışırsın. Birkaç da arkadaş edindin mi, oh ne âlâ! Ama sakın müebbet yedim, diye canını sıkma. Yarın öbür gün bir af çıkıverir ya da ne bileyim, avukatın teki gelir aklımızı çeler, işte o zaman bir bakmışsın dışarıdasın!’ dediler ve içeri attılar, şu anda ona krallar gibi bakıyorlar.
Evin önündeki gürültüler artmaya başladı. Bugün kızım için dua okunacak ve yemek verilecek. Hiç tanımadığım insanların bile yemek verileceğini duyunca geleceklerinden eminim. Zaten sabahtan beri eve gelen gidenlerin çoğunu daha önce hiç görmedim.
Birazdan fırına gidip lahmacunları almam gerekecek ama ondan önce yapmam gereken son bir şey daha var. Meleklerimi ziyaret edip onlarla dertleşmek istiyorum. Sonra da tıpkı kızımın korktuğu zaman annesiyle arama uzanıp bana sarılarak mışıl mışıl uyuduğu gecelerdeki gibi kızımla annemin arasına uzanmak istiyorum, korkularım geçene kadar, onlar gibi mışıl mışıl uyuyana kadar… Ama bunu yapamayacağımı çok iyi biliyorum. Ve belki saçma gelebilir ama kızımla bir gün yeniden karşılaşacağımı hissediyorum. Zaten onu defnederken bile ölmüş olduğuna inanamıyor, ayaklanması ve bana sarılması için inatla bekliyordum.”
Bunları yazdıktan sonra kalemini sayfanın en üstüne götürdü ve aklına gelen ilk başlığı yazdı: “Kırkıncı Gün”
Ağlamamak için kendini var gücüyle sıkarak göz kapaklarını kapadı. Kirpiklerinde toplanan iki damla yaş, sararmış sayfanın üzerindeki harflere düştü ve sayfanın ortalarında iki küçük buruşukluk oluştu. Son bir ekleme daha yapmak istedi, en sona “Hâlâ inanamıyorum…” yazdı ve kendini yatağa bıraktı. Bu sayede defterin ilk cümlesi aynı zamanda son cümlesi olmuştu.
Yastığının kuru ve soğuk tarafını çevirdi. Biraz dinlenmek istedi ama kısa süre içerisinde uykuya dalmıştı.
Yaklaşık yarım saat sonra odanın içinde duyduğu küçük kız sesiyle hafif uykusundan uyandı. “Kıır-kın-cıı güün”
Yerinde doğruldu ve gözlerini kırpıştırarak açık unuttuğu defterini okumaya çalışan kız çocuğuna baktı. Tarık Efendi’nin uyandığını gören kız, defteri işaret ederek “Dede bak! Burada yazanı okuyabiliyorum! Sana okumamı ister misin?”
Kızından emanet kalan torununa acı acı baktı, yaşlı adam. Ne ara buraya geldiğini bilmiyordu, dışarısı kararınca bahçedeki oyununu bırakmış olmalıydı. Üzgün görünmemeye çalışarak “Şimdi defteri bir kenara bırakalım,” dedi ve defteri kapatıp yatağın yanındaki çekmeceye koydu. “Buraya girmenin yasak olduğunu söylemiştim. De bakayım, neden geldin?”
“Anneannem lahmacunları alman gerektiğini söyledi.”
“Sen de benimle gelmek ister misin?”
Küçük kız heyecanla “Evet!” cevabını verdi.
“Haydi, o zaman!” dedi ve odadan çıktılar. Tarık Efendi kapıyı kapatırken gözü yastığına takıldı, ıslanmıştı. Demek ki uyurken yine ağlamıştı.
Üzerlerini sıkıca giyindiler ve dışarı çıkıp masaların etrafını dolduran aç kalabalığın arasından geçtiler. Torununun ufacık ellerini sımsıkı tutarken zihninde kızıyla bakkala gittiği ve bir ton abur cuburla eve döndüğü günler canlandı. “Melek,” diye seslendi torununa ama küçük kızın şaşkın bakışlarını görünce isimleri karıştırdığını anladı. “Zehra,” diye düzeltti. Bu dünürünün ismiydi ve torununa bu ismi vermişlerdi.
“Efendim, dedeciğim?”
“Lahmacunları almadan önce anneni ziyaret edelim mi, ne dersin?”
“Olur ama sessiz olalım da uyanmasın, tamam mı? En son annemin yanına gittiğimizde çok sesli ağlıyordun, bir an uyanacak sandım. Annem uykusu bölününce çok sinirli oluyor, o yüzden onu fazla rahatsız etmeyelim. Ağlamak yok, neden ağladığını da anlamıyorum zaten.”
Acı acı gülümsedi yaşlı adam. “Tamam,” dedi ve gözünden süzülen bir damla yaşın tuzlu tadını dudaklarında hissetti. “Ağlamak yok.”
Ardından fırının önünden geçtiler ve sokağın sonundan sola dönerek mezarlığa doğru yavaşça ilerlemeye devam ettiler. Bir yandan da kaldırımdaki az sayıda kırmızı renkli taşlara basmadan ilerlemeye çalışıyorlardı. Zehra çok eğleniyordu, tıpkı bundan yıllar önce annesi Melek’in eğlendiği gibi. Tarık Efendi ise torununun daha çok eğlenmesi için onunla birlikte gri kaldırım taşlarının üzerinde sekiyordu, yıllar önce kızı Melek’in daha çok eğlenmesi için yaptığı gibi.
Önünde zıplamakta olan küçük kız ara sıra kayboluyordu ve yerine küçük Melek geliyordu.