Sabah uyandığımda burnum kanıyordu.
Dışarıda başına buyruk bir yağmur, ağaçların yaprakları rüzgara tutuşmuş 2. Katta olan evimin penceresini dövüyordu. Benim ise aklımda tek şey fotoğraf makinesine ulaşmaktı. Kalbim yerinden çıkacak gibi, nefesim ciğerlerimde kalmadan bir yenisini alıp tekrar nefesiz bırakıyordum kendimi.
Panik içinde cipslerin, yemek artıkların ve kokuşmuş çoraplar mezarlığında, zemine fırlatılmış kıyafetlerimi aralayarak makinemi arıyordum. Burnum içinde bir sıcaklık vardı. Akıyordu. Bu hissin yarattığı enkaz gözlerimi acıtıyordu. Makinem... Onu bulmam lazım.
Elim, sonunda bir gömleğin altında değdiği makinenim metali sayesinde nefes almama imkan tanıdı, insafsızca soludum sigara ve havasız ortamı, burnumdan akan kanların ardında vücudumu titreten bir nefesti bu; dudaklarımda kanın sıcaklığını, burnumda hiç durmadan akıp giden kanın metalinin kokusunu alabiliyordum.
Makineyi aldığım gibi yerde yuvarlanarak açma düğmesine bastım. Ayarı manuel de olduğu için beni uğraştırdı. İlk önce enstantaneyi ayarladım; odaya çok az ışık girdiğinden 1/60 yaptım. Maalesef ISO’yu 3 binlere çıkarmak zorunda kaldım çünkü net çıksın diye diyaframı açarak 5.6f aldım. Tüm bunları yaparken burnum akmaya devam ediyordu; elime bulaşmış kan makinenin her yerindeydi artık. Zeminde debelenirken yukarı kaldırdım makineyi. 35mm lens parladı gözlerimde. Islak parmaklarımla deklanşöre bastığımda çıkan sesle rahat bir nefes aldım. Yüreğim ağzımda atan savaş davulları susmaktaydı, hiç durmayacak gibi gelen şey, beynimin köşesinde, ince bir acının yokluğu bedenimi sardı.
1
2
3
Say dedim kendime, burnun akıyor. 15, 16, 17... Yüze yaklaştığımda kapalı gözlerimin derinliklerinde uçan balinalar hayal ettim. Kocaman okyanusun kıyısında uçuyorlar ve elimde fotoğraf makinesi ile çekiyorum. Flash kullanmayı sevmem, parlak ışığı ve turuncu renklerin her türlüsünü. Mavinin soğukluğu ve grinin renkleri öldürdüğü zamanlarda çekerim fotoğraflarımı. Her birini çektiğimi hayal ettim. Annesinin dibinden ayrılmayan iki devasa balinanın bulutların içine girip güneşe dokunacak kadar yakın olmasını bekledim hayalimde; elim titriyordu ve deklanşöre baskı yapan parmaklarımdan kan çekilmişti. Işığın sert ve her şeyi çıplak yapan tanrısal gücü karşısında tek yapmam gerek beklemekti ve hayal ediyorum, orada, arkasında devasa bir ışığın yuvarlağı ve ufak iki gölgenin dansı ve bir ses duyuluyor; o anı sonsuzluğundan alıp beli bir zaman da işlemek için kameram canavar gibi hızlıca işini yapıyor ve ben bir avcı gibi orada gururla dikiliyorum; sahili döven dalgaların yanı başında...
97
98
99
Gözlerimi açıyorum. Yüzüncü rakam hatırlanmaması ve yakalanmaması gereken bir balina. Onu hiç bir zaman söylemem ben.
Her yerim kan içinde. Bir elimden destek alıp doğruluyorum yerden. Kamerayı bir kenara koyup derin bir nefes alıyorum. Pencereden giren ışığa minnettarım, soğuk havanın asi çocuğu rüzgarın şarkısını duyabiliyorum. Her yerim kanlar içinde ve ben sakinim. Kafamın içinde çektiğim fotoğrafa bakmak için deli istek, yüzümü yıkayıp atağımdan sıyrılma sevinci bastıracak bir arzu yanıyordu ama sabırlıyım. Orada öylece kanlar içinde bekleyerek nefes almanın coşkusuna bıraktım kendimi.
Her sabah aynı şeyler diye düşündüm. Toplam 447 gün oluyor bunla. İlk ışıkta burnumun sıcaklığı ve acısı ile uyanıp nefes alamayarak gözlerimle kamerayı aramaktan bıkmıştım. Debelenerek, sanki mezardan çıkmaya çalışan hortlaklıkdı bendeki; anne karnında çıkan bebeğin yaşamın dehşetini o an anlamış ve bunun için ne yapacağını bilememe hali. Fotoğrafımı çekmeden durmuyordu kan. Akıyordu, akıyordu...
Ayağa kalktım. Normalde bu kadar amatör çalışmam. Genelde sabah beni bekleyen şeyi bildiğimden makinem başucumda olurdu, ancak dün akşam şarap içmiştim. Evden pek uzak olmayan bir çiftliğin ötesinde, bulutlara daha yakın bir tepede şişeyi devirmiştim. Neredeyse canımı kıyacak kadar aptalca bir şekilde uyuya kalacaktım ama son dakika evin yolunu tutup kendimi yatağa atmıştım.
Bilgisayarımı açtım. Dijital fotoğraf makinesinden çektiğin fotoğrafın Raw’ını aktardım. Sonra edit programına yükleyip incelemeye başladım. Işık istediğim gibi değildi. Biraz az ve ISO’nun noise’leri fazlaydı. Lens, tam odaklamasa da yüzüme, gözlerimden çok burnumun kanlı çehresini netlemesine sevindim. Biraz highligt indirdim, shadowu kıstım ve siyahları daha bir koyu yapıp beyazları abartacak kadar yükseltim. Kırmızı tonun dışında tüm renkleri soldurup beyaz dengesini soğuk yaptıktan sonra, biraz da gren ekledim ve fotoğrafın bitmiş haline baktım.
Orada, öylece estetik kaygılardan uzak benim, 447. Kez aynı kareyi yakalamama rağmen farklı bir hisle attığı bakışı vardı. Gözlerim yeni uyanmaktan şişmiş, burnumun her bir yanı donmuş ve akmakta olan kanın kırmızı tonlarıyla istila edilmişti. Sıcak kanın aktığı yerde, dudaklarım ve boynum da izler vardı. Gözlerimde nefes almakta zorlanan ve bir an kareyi kapatıp ve bu çileden kurtulmak için çırpınan bir korkaklık; cesurluktan ve adamlıktan, erkekliğin büyük gölgesi ile ne yapacağını bilen bir figürden çok uzak, sınıfta altına sıçmış bir çocuğun çaresizliği vardı.
Fotoğrafta ben vardım, her sabah kendisi ile uyanmak zorunda kalan ben. Başarısızlığı ve karşı koyduğu duygularını gizlemekte zorlanan ben; ilk burun akıntısıyla kalbinin zorlandığını hissettiğinde ne yapılması gerektiğini bilemeyen, hatırlayamayan ve bununla ne yapacağını anlayamayan ben...
Sinirden bilgisayarımı kapadım.
Odama iğrenç bir bakış atıp duvarımın her bir yanında kendi suratım ve burnumdan akan kanlarla oluşan girdaba baktım. İçinde kayboluyorum gibi hissediyordum.
Annem odama girip bu fotoğrafları ilk gördüğünde bunlar ne demişti. Bende bir proje deyip yalan söylemiştim. Kandan geriye hiç bir şey bırakmayacak kadar zekiydim. Odamda yıkardım yatak çarşafını ve kıyafetlerimi. Onlar uyanmadan sahte kişiliğimi ütülemiş bile olurdum. İlk gördüğünde söylediklerime verdiği tepki sessizlikti. Yirmi dört yaşında işsiz ve ailesiyle beraber yaşayan, geleceği belirsiz, saçma hobileri olan çocuğuna attığı tek bakış kocaman hayal kırıklığıydı; oysa suratında bir nebze anlayış ve sevgi kırıntısı takınmıştı ama ben görüyordum işte, orada, utandığı oğluna bakarken keşke normal bir insan olabilsen diyen sözlerin tutulmasını izliyordum. Neden ve nasılını umursamadan istedikleri tek şey normal bir insan olmam.
Çarşafımı ve atletimde ki kanları sildikten sonra pencere pervazına astım. Pencereyi açtığımda suratıma çarpan soğukluk titretti ve üşüdüm. Kış gelmişti. Etrafta hiç kuş yoktu, oysa incir ağacımız da hep bir kuş olurdu hava sıcakken. İçimde amansız bir umut belirmişti ve gözlerimle bir kuş görmek için kendime sarınıp ısıtmak için bedenimi sıkan ellerimle öne uzandım. Kafamı dışarıya, dünyaya uzattım. Kocaman bir uğultu, rüzgarın amansız haykırışı dışında bir şey yoktu.
Sonra bir ses, evinden uzakta, sıcaklığın hissettirdiği yuva halinden kaçmış bir kırlangıç gördüm. Çıplak ağacın dalına tünemiş tüylerini kafasına yakın tutup ısınıyordu. Bir ara kanatlarını araladığında sol kanadının biraz daha eğik olduğunu gördüm. Bana baktı. Küçük siyah gözlerini uzun süre üstümden ayırmadı ve sonra kendini boşluğa saldı.
Bir korkuyla kafamı daha bir uzattım pencereden ama göremedim onu. Sanki bir hayalet gibi yok olmuştu. Makinemin yanımda olmasını diledim. Onu zamanda ölmesine izin verdiğim için kendimi katil ve zorba gibi hissettim ve aşağıdan yemek hazır diye bağıran annemin sessiyle buruk şekilde üstümü giymeye yollandım.
Babam, sana bir iş buldum dedi kahvaltı masasında. Gözlerini bana ayırmıştı, ağzında iri lokmalar. Parası ve saati iyi. Bunu öyle bir demişti ki sanki lütfen bu sefer akıllıca davran ve bir şeyde dikiş tuttur der gibiydi. Gözlerinde gördüğüm yansımamdan korkuyor ve anlam veremediği bir kuyu görüyor olmalıydı. Öyle mi diyorum. Annem de detaylarını heyecanlı heyecanla anlatmaya koyuluyor. Küçük mutfağımızda ben dinler gibi yaparken, ikisi de varını yoğunu koymuş yerin dibine batmakta, hayır, erimekte olan beni görmüyordu.
Burnumda bir karıncalanma hissetmiştim. Bunun ne demek olduğunu biliyordum. Kalbimin sıkıştığını ve zorla yediğim incir reçelli ekmeğim elimden kayıp sofraya düşmüştü. Göz bebeklerim büyümüş nefes almak artık öylece kendiliğinden opmayan daha bir zor hale gelmişti; benim hatırlatmak zorunda kaldığım bir şeydi nefes almak.
Hiç bozuntuya vermeden pencereyi açık unuttuğumu söyleyerek sofradan doğruldum. Babamın iş hakkında nasıl rahat olduğunu söylerken çıkıştığım bu tiyatro karşısında omuzlarını indirmiş bir yaşlı adam gördüm. Beni görmeyip istediği kişiyi bulamayacağını anlayan ve bunu istemediğini ifade eden babamı gördüm. Annem sessizleşmişti ve ben hemen odama doğru koşar adım gitmeye başlamıştım.
Denizin üstünde uçan balinalar...
Dalgalar, sesleri bulutları yırtıyor.
77
78
Kendimi odaya kilitlediğimde yere çöreklendim ve o sıcaklık başladı, boğazımı yakan şeyin kan olduğunu sandım bir an ve korkuyla parmaklarımı boğazıma geçirdim. Oysa sadece yutkunmaktaydım, aldığım bir doz gerçeklik ve onu yutmakta zorlanıyordum. Burnum akmaya başlamıştı, kırmızı akıyordu. Dudaklarım ıslaktı. Makinemi arayan gözlerim deliye dönmüştü ve göremiyordum. Oysa bilgisayarın yanında olsa gerekti ama yoktu. Panik içinde ileri atılırken ayağımın altında bir şey çatırdadı ve acıyla yere düştüm.
Oradaydı, lensi kırılmış, camları zemine düşmüştü.
Kalbimde bir ağrı ile yerde sayı saymaya devam ettim ama faydası yoktu. Makinem kırılmıştı ve çekeceğim bir fotoğraftan eksik ben, sayamazdım, saydığımım anlamı olmazdı.
İşte o son kafamın içinde bu kelimeler döküldü. Kendimi odamın her bir tarafına astığım 446 fotoğrafıma baktım, sonra alamadığım nefesimi yutkunurken bir ses işittim.
Pencere kenarında beliren kırlangıcı gördüğümde yutkunmayı başardım. Boğazımı yakan acının ve burnumun sıcaklığı bir nebze de olsa durmuş gibiydi ve ayağa kalkmaya çalıştım. Zemine çok kan damlamış olacak ki ayağım kaydı ve düştüm.
Gözlerimi araladığımda babam bana bakıyordu.
Gerçek bana.
İ
şte orada, beni gördüğünü hissettiğimde, nefes aldım, öylesine, kendince aldığım bir nefesti.
Kırlangıcın uçan kanat seslerini duyarken babamın telaşlı ayak seslerini işittim.
Lütfen benden nefret etme olur mu.
Tek duyduğum seslerdi.
Bende saydım
98
99
100
Mai Nixie
2023-08-27T10:50:15+03:00"Ne garip iş!" dedi döküm evindeki ustabaşı. "Kırık kurşun kalp bir türlü erimiyor. Atalım gitsin." Kalbi, ölü Kırlangıç'ın da üzerinde yattığı bir çöp yığınının üzerine fırlatıp attılar... (Mutlu Prens, Oscar Wilde)