Kirlenmiş bir ütopya benimkisi. Kuş sesleriyle uyandığım dünyadan, fabrika seslerine doğru akan bir zamansızlık...çocukluk anılarım ve buğday tarlasında koşturmalarım... tek derdimin akşam ezanı okunmadan eve gitmek olmasını özledim... Annem küçükken hep derdi; karanlık olmadan eve gelinmeli! Kim öğretti ki insanlığa karanlığın tehlikeli olduğunu... okuldan gelir çantayı kapıya bırakır annemin hazırladığı salçalı ekmeği kapıda yer ve toz toprak içinde kirlenmemiş ütopyamda oynardım akşam ezanına kadar. Şimdi ise en büyük derdim ve korkum oynamak ve karanlık değil, ölüm ve hayatın anlamını bulmak ... içimde kaybolduğum bu zamansızlığın içinden çıkamamak bana çocukluğumu özletiyor. O zamanlar zamansızlık ve aidiyetsizlik hissetmiyordum dünyaya ve insana karşı... ölüm ne garip değil mi? Eksik olanı yani insanı tamamlayacak olan tek gerçek, ama geri kalanlar için acı ve eksiklikten ibaret. Sanırım ben ölümü tanımamayı özledim. Yani bütün sevdiklerimin her zaman yanımda olacaklarından emin olma hissini. Ama öyle olmuyormuş, dün yüzünü gördüğünüz, sesini duyduğunuz birinin bir tohum gibi toprağın altına gömüldüğünü gördüğünüzde büyüyorsunuz ya da zorunda kalıyorsunuz.. Bu duyguları tanımamayı dilerdim, bir kuş gibi hafifti aklım küçükken. Zaten ağaçlara tırmanmayı da pek severdim. Ne ağacı olduğu önemli değildi.