Çukurova’nın bereketli topraklarını yarıp gelir Savrun Çayı, bereketine bereket katar bu toprakların. Yağmur yağdığında coşar, yazın suyu azalır ve yeşillenir Savrun Çayı’nın yatağı. Su usulca yeşilin içinden akar. Kurbağalar yeşillerin üstünde zıplar, balıklar su kalıntısının içinde topluca dans ederler. Yılanlar su yatağından çıkmak istemezler, kaplumbağaların bazıları sudan çıkıp ağır ağır şehre girmek ister. Savrun’dan çıkan yengeç yavruları ayak yalın top oynayan çocuklara sürpriz yapmayı pek sever. Baharda oturup izlersin, üstünde ötüşen kuşlar ne der diye dinlersin. Kışın yayıla yayıla akarken acaba taşacak mı diye düşündürür Kadirli’nin insanlarını ve aynı insanların bir kısmına ev sahipliği de yapar. Turp işçileri dizlerine kadar çektikleri çizmelerle Savrun Çayı’nın içine girer, buz gibi suda köklerine çamur yapışmış turpları yıkar, iyi olanlarını torbaladıktan sonra dünyanın dört bir yanına gönderirler. Kolay değildir buz gibi suda akşama kadar turp yıkayıp torbalamak. Su geçmesin diye vücutlarına muşamba sararlar. Kat kat giyinirler ama nafile, iliklerine kadar hissederler suyun soğuğunu. Bu öyle bir soğuktur ki sıcak suyla yıkansalar bile içleri hemen ısınmaz. Sobanın yanında sabaha kadar ancak çözülür turp işçilerinin dizleri. Sabah tekrar çizmelerini giyerler, muşambaları sararlar gövdelerine. Elleri soğuktan buruş buruş olur ama okumalıdır çocuklar. Defteri, kitabı, kalemi.. Kolay mı?
Turpların hepsi torbalanmaz. Kötü olanlar, yarılanlar bırakılır. Savrun Çayı alır götürür onları Ceyhan nehrine, Ceyhan nehri de emanetine sahip çıkarak Akdeniz’e ulaştırır. Yolculuk boyunca pes edenler olur, bir köşeye takılıp kalanlar olur. Bir kısmı da Savrun’dan çıkmadan başka insanlar tarafından yakalanır. Bu insanları akşama doğru pazarcılar toplandıktan sonra pazar yerinde ya da çöpün içinde poşet karıştırırken de görebilirsiniz. Onlara göre çürük değildir bu turplar. Hem belki araya iyileri de karışmıştır belli mi olur. Limon desen her yerde var. Turpu soyup limonu da sıktığın zaman ne iyi olur bilir misiniz? Hangi yemeğin yanında iyi olur diye düşünmeyin, genelde ana yemek turp ve limon olur. Pazardan da üç beş çürük meyve bulursalar tadından yenmez. Tadından yenmez derken, gerçekten yenmez.
Balığın yanına roka ve turp alıp eve dönerken turplardan bir tanesi poşetten düşüverdi. Eğilip aldım, tekrar poşete koydum. Eve vardım, anahtarla evin kapısını açarken aynı turp tekrar düştü. Bu sefer kızdım, küfre meylettim. Kapıyı açtıktan sonra direkt mutfağa yöneldim, poşetleri mutfak taşına koydum ve tekrar kapıyı kapatmak için döndüğümde turpu kapının eşiğinden aldım. Turpu yıkadım ve mutfak taşının üstündeki poşetlerin yanına koydum. Poşetin içindeki malzemeleri çıkarırken elim turpa çarptı ve turp bir kez daha düştü. Turp yerinde duramıyordu. Bunda da vardır bir hikmet deyip turpu kesmedim. Yatmadan önce mutfağa gidip su içerken turpa göz ucuyla baktım ve döndüm. Yatağa girer girmez uyudum.
Şıp diye bir ses geldi. Beni yıkayan turp işçisi beni beğenmeyip suya bıraktı. Küçükken annem de beni cami avlusuna bırakmış. Demek ki turp olsak da kaderimiz değişmiyormuş. Nasıl bir hayat yaşıyorsam turp olmayı da gayet normal karşıladım. Kendimi akışa bırakmıştım, Savrun Çayı’nın akışına. Irmağının akışına ölmüş müydüm acaba? Hayır hayır, ölüm böyle bir şey olamazdı. Böyle bir şey olsa bile neden turp oldum ki ben? Ne bileyim, nar daha güzel olurdu sanki. Nar kalabalık, ben hep yalnızdım. Nar olsaydım keşke. Höyükteki nar ağacı..
Az ilerlemiştim ki bir el uzandı üzerime. ‘Bir şeyi de yokmuş neden bırakmışlar bunu ola?’ dedi. Bunu diğer torbaya koy derken yanındaki çocuğa fırlattı. O da torbaya koydu. Benim gibi sağlam turplar vardı torbada. Değeri bilinmeyen bu kadar çok turp olması beni şaşırtmadı, her zaman böyleydi, birileri birilerinin değerini bilmiyordu. Bizi pazara götürüp pazarcıya sattılar. Pazarcı önce torbayı açtı ve işe yaramaz var mı diye baktı. Kilosuna 10 lira veririm dedi. Sonra bizi tezgâha dizip 25 liradan sattı. Birisi suya attı, diğeri 10 liraya bıraktı, öteki de 25 liradan sattı bizi. El değiştirdikçe değerleniyorduk.
Giyimi çok güzel olan bir çift fiyatımızı sordu, çok buldu 25 lirayı. Pazarcı sen 20 lira ver deyince iki tane koyuver deyip 15 lira uzattı. Kimse itiraz etmedi. Çift uzaklaşınca böyle böyle zengin oluyorsunuz diyerek söylendi pazarcı. Arkasından yaşlı bir teyze geldi, bir kilo da o aldı. 30 lira uzatıp yeter mi diye sordu, canın sağ olsun teyze dedi. 5 lirayı cebe atıp iyilik yapmış gibi uğurladı kandırdığı teyzeyi. Az kalmıştık, beni alan çıkmamıştı henüz. Oyun için takımlar belirlenirken aldım-verdim yapılır ve en son kalan oyuncu mecburen eksik takıma dâhil olur. Seçilmeyen oyuncu gibiydim o tezgâhta. Beni de otuz yaşlarında birisi aldı. Önce roka aldı dönüp giderken gözü bana takıldı. Benden olsun dedi pazarcı. Bedavaya gittim, suya atıldığım andaki gibi değersizleştim.
Hızlı yürüyordu beni alan adam, elindeki diğer poşette de balık vardı. Savrun Çayı’ndaki bakımsız balıklara benzemiyordu bu balıklar. Poşetleri iç içe geçirirken beni düşürdü. Oracıkta bırakacak zannettim. Eğildi, aldı. Zaten para vermedim diye düşünüp düştüğüm yerde bırakmadı beni. Yürümeye devam edip evine vardı. Yolda kimseyle karşılaşıp iki çift laf etmedi. Evinin kapısının önünde durdu, evin anahtarını aradı ceplerinde. Poşeti gevşek tuttuğu anda tekrar düştüm. Sinirli sinirli baktı, küfretti. Kapıyı açıp evine girdi, beni almadı bu sefer. Evin kapısı da açık kaldı, biraz sonra kapıyı kapatmaya geldi ve beni tekrar aldı. Kapının önünde öylece bırakmadı. Yıkadı beni, mutfak taşının üstündeki diğer poşetlerin yanına koydu. Poşetleri açtı, balığı çıkarırken eli çarptı. Tekrar düştüm. Bu defa küfretmedi, başını salladı baktı bana. Yerden aldı, her düşüşümde kaldırdı beni bu adam. Tekrar aynı yere koydu, balığın yanında meze de yapmadı beni. Mutfak masasının bir ayağı sallanıyordu, iki tane sandalyesi vardı. Birine kendisi oturuyordu, diğerine dışardan getirdiği poşetleri koyuyordu. Böylesi yalnızlıkta bile belki diyerek ikinci sandalyeyi almıştı. Sandalyeler toplamaydı, ikisi de farklıydı. Neşet Ertaş dinliyordu balığını yerken. ‘Nemize yetmiyor el kadar hasır’ derken büyük ustaya eşlik ediyordu. Mutfakta da hasır yoktu ama içli içli söylüyordu. Yağda kızartmıştı balıkları, kızartırken etrafa yağ sıçrar mı endişesi yaşamıyordu. Bulaşıkları yıkamadan yatmaya gitti. Çok geçmeden geri geldi, suyu kana kana içti. O esnada bana baktı.
Gözlerimi açtığımda ışıkları kapatmadığımı fark ettim. Saate baktım, uyuyalı 10 dakika bile olmamıştı. Turp gibi oradan oraya savrulduğuma üzüldüm. Yolumu bulamamıştım bu hayatta. Yetmemişti el kadar hasır el kızına. Masadaki diğer sandalyeyi alıp balkona koydum. Belki oturan olur diye beklemekten vazgeçtim.