Sokak satıcısının cızırtılı megafonundan yayılan gürültüyle uyandı Aleksi. Vücudunu diğer tarafa çevirip biraz daha uyumak umuduyla yastığa bastırdı kafasını. Tam o sırada bugün erkek arkadaşıyla buluşacağını hatırladı. Hemen telefona baktı. Saat daha dokuzdu. Biraz daha uyumak istiyordu ama o anlık heyecan uykusunu dağıtmıştı. Yavaşça yatakta doğruldu. Ezberlenmiş hareketlerle kalktı, tuvalete gitti, yüzünü yıkadı. Sonra dolabından temiz kıyafetler seçip banyoya girdi. Banyodan sonra kendine sade bir kahvaltı hazırladı ve oturup ağır ağır yemeye başladı.


Tüm bunları yaparken hiç düşünmesi gerekmemişti. O böyle anları yaşamaktan saymazdı. Bunlar bir bilgisayar kodu gibi işlenmiş hareketlerdi. Binlerce kere yapmıştı aynı şeyleri. Tekrar yapmak için düşünmeye ihtiyacı yoktu. Hayatınızdaki böyle anları düşünün. Sabah rutini, iş yerinde yaptıklarınız, Instagram’da boş boş dolaşmanız, televizyona kitlenip izlediğiniz yarışma programı, otobüste ayakta gideceğiniz yere varmayı beklemeniz, trafikte yeşil ışığın yanmasını beklemeniz, tencerenin başında yemeğin ısınmasını beklemeniz, bulaşık yıkamanız, çamaşır katlamanız…

Liste uzayıp gider. Tüm bu anları çıkarsak acaba ne kadar yaşamışızdır hayatı. Kaç kez daha önce hiç düşünmediğimiz bir şey düşünmüşüzdür? Kaç kez daha önce hiç söylemediğimiz bir şey söylemişizdir? Kaç kez daha önce hiç yürümediğimiz bir yolda yürümüşüzdür? Hayat dediğimiz şey bizim için yazılmış bu rolleri oynayıp ölmek mi yani? Kahvaltı masasında işte bunları düşünüyordu.


Koridordaki aynada kendine baktı. Kendini çok beğenmiyordu ama kıyafetleri, hafif makyajı ve bakır rengi saçlarıyla yeterli özgüveni sağlamıştı. Sekerek merdivenlerden indi, bir solukta sokağa çıkmıştı. Seri adımlarla durağa yürüyor, bir yandan da esen rüzgârda dalgalanan saçlarını kontrol etmeye çalışıyordu. Yarım saat sonra erkek arkadaşı Timmy’nin yanındaydı. Birlikte bir kafeye gittiler. Birer kahve aldılar ve kendilerine oturacak bir yer seçtiler. Mekan kahverengi tonlarla dizayn edilmiş sade bir yerdi. İki kişilik küçük yuvarlak bir masaya oturdular. Masanın hemen üstünde sarı ışık veren bir lamba vardı. Bir an sorgu masasındaymış gibi hissetti.


Bir süre sonra Timmy:

- Ben söylemezsem asla anlamıyorsun ya, dedi.

- Ne oldu Timmy? Neyi anlamıyorum?

- Moralimin bozuk olduğunu.

-Geldiğimizden beri kötüyüm ve fark etmedin bile.

- Neden moralin bozuk, neyin var?

- Sorun da bu işte. Ne olduğunu anlamaman. Bir şey hissetmemen başta sorun değildi belki ama artık dayanılmaz oluyor benim için.

-  Üzgünüm Timmy, böyle olsun istemezdim.


Aleksi’nin bir sorunu vardı. Başına korkunç bir olay gelmişti ve o günden beri herhangi bir duygu hissedemiyordu. Mutluluk, hüzün, kırgınlık… Ne kendininkileri ne de başkasınınkileri. Şimdi de Timmy’nin aniden neden böyle olduğunu anlamamıştı elbette. Düşünüyor, fikir yürütmeye çalışıyordu ama her zamanki gibi tıkanıyordu. Timmy’nin gözleri dolmuştu. Onu tutup kendine çekti kollarının arasına aldı. Hafifçe başını okşadı.


-  Ne oldu ki şimdi durduk yere neden ağladığını anlayamıyorum.


Bu söz Timmy’i daha da çileden çıkardı. Tepki gösterirse daha fazla ağlayacağını düşündüğü için susmayı tercih etti. Bir süre daha susarak öylece oturdular. Aleksi de öylece oturuyordu. Timmy’nin hareketlerini kopyalıyordu, sanırım o da üzgün olmalıydı ama nasıl olacağı hakkında bir fikri yoktu.


Bak Aleksi diye söze girdi Timmy.


- Başlarda seni değiştirebilirim. Zamanla duyguları hissetmeye başlarsın diye düşünmüştüm. Ama artık emin değilim, ümitsizliğe kapılıyorum. Yani bir ilişki duyguları hissetmeden nasıl olabilir ki? Pek tabii bu şekilde yaşanabilir. Bir sağır duymadan yaşayabilir. Bir kör görmeden yaşayabilir. Ama oturup bir film izleyemez değil mi?


Aleksi elini yeter anlamında kaldırdı. Daha fazlasını duymaya ihtiyacı yoktu. Gururu devreye girmişti artık. Bir an kafenin camından yansıyan silüetlerini gördü. Zar zor seçilen yüzlerine baktı ve iki yabancı gördü. Ne kadar zamandır böyleydi acaba?


- Ne demek istediğini anlıyorum.


Yavaşça ayağa kalktı. Timmy’nin çenesine doğru bakarak:


- Görüşürüz, dedi.


Kafenin kapısına doğru yürürken içinden “Lanet olsun ne görüşürüzü hoşçakal diyecektim” diye söylendi.