Masanın üstü dağınık, her yer her yerde. Tozlanmış raflar, üst üste yığılmış kitaplar, oraya buraya atılmış elbiseler, halının üstünde ne zamandan kaldığı belli olmayan kahve lekesi... bunlara takılmıştı gözü, öyle anlamsızca bükmüştü dudaklarını. Sanki ağlamak istiyordu da sesinin duyulmasından korkuyormuş gibi bir hâli vardı. Bir anlığına gözlerini duvara dikip öylece durdu aklından kim bilir neler geçiyordu? Onu bu halden bir ürperti çıkardı, pencereden esen rüzgar üşütmüştü onu ama o zaten severdi üşümeyi bu yüzden pencereyi kapatmadı oturduğu yerden kalkıp usulca cama yaklaştı, yüzünü serin bir el okşadı nasılda huzur verici... bir anlığına dört duvar arasında olduğunu unutuverdi, gözlerini kapatmış, sanki ondan başka kimsenin duymadığı bir melodiye kaptırmıştı kendini, boşlukta süzülür gibiydi. Gök gürültüsü getirdi onu kendine, yağmur yağacaktı içini çocuksu bir mutluluk sardı dışarı çıkmak için iyi bir bahaneydi. Pencereyi kapatıp salondan çıktı, kapıda elini şemsiyeye atacak oldu ama hemen bundan vazgeçti, şemsiye almasına gerek yoktu çünkü onun niyeti yağmuru hissetmekti. Sokaktaydı nereye götüreceği belli olmayan yollarda nereye gideceğini bilmeden yürüyordu, için de adlandıramadığı bir boşluk... yağmurdan kaçan insanların arasında yağmura yürüyen bir kayıp ruhtu. Yağmurda Kaçışan insanlarla inatlaşır gibi onlar telaşlı telaşlı bir yerlere sığınmaya çalışırken o su birikintileri içinde dolanıyor, yüzünde tatlı bir tebessümle yağmuru karşılıyordu ,yağmurda onu selamlarcasına damlalarını saçlarında, yüzünde hatta zihninin derinlerinde gezdiriyordu. İyice ıslanmıştı artık ,o hiç ısınmayan elleri daha da üşümeye başlamıştı neyse ki bunu dert etmiyordu , uzunca bir süre yürüdükten sonra bir ağacın altındaki ıslak bir banka oturdu ve şemsiyelerine rağmen bir koşuşturma halinde olan insanları izlemeye koyuldu. Acaba güvenmiyorlar mıydı şemsiyelerine diye düşündü, bu fikir güldürmüştü onu . Başını önüne eğip düşünmeye başlamıştı gözleri ellerinde takılı kaldı kırışıklık mı bunlar? Vakit geçmiş miydi o kadar? Göğe kaldırdı bakışlarını siyah, gri bulutlara, nasıl da güzellerdi. Etrafına bakındı hâlâ bir telaş vardı, insanlar aceleyle sığınacak, korunacak bir yerler arayıp kaçışıyorlardı. aslında onun yaptığı da böyle bir şey değil miydi? Dört duvar arasına hapsetmişti bedenini (bedeninden çok zihnini), görmemek, duymamak ,bilmemek için ama nafile her defasında o duvarlarda kendi elleriyle göğe bakan pencereler açmıştı. Ama şimdi, şimdi farklıydı. Ruhu bilinmezlerle doluydu. Uzun zamandır bir kaçış sevdası sarmamış mıydı onu? İyide kimden ,neyden kaçıyordu ? Bunu kendisi de bilmiyordu, aklında şakaklarını zonklatan sorular vardı cevabını bilmediği veyahut bilmeye korktuğu sorular. İnsanın kendisine yabancı olması ne garip bir his ... aynaya baktığında gördüğü yorgun yansıma takılmıştı aklına ne zamandır diye düşündü ne zamandır kaybettim ruhumu? Kim, kimler hangi düşünceler ya da hangi vahşilikler katletmişti ruhunu , zihnini, benliğimi... her şey mi kirli görünür insana , her şey mi anlamsızdır? Peki ya o temiz kalabilmiş miydi ki? Bütün bu sorular başının ağrısını artırmaktan başka bir işe yaramadı ruhunun derinliklerinde ki acıyı artık başında hissediyordu. Hava iyice kararmıştı oturduğu yerden kalkıp istemsizce adımlarını takip ederek evine döndü . Yağmur da durmuştu artık bir büyüsü kalmamıştı bulutların. Anahtarı çevirip kapıyı açtı ışıkları açmadan dağınık masasının yanından geçip odasına gitti istediği tek şey uyumaktı rüyasız, kabussuz derin bir uyku... aklına o pek sevdiği Zeze'sinin bir sözü geldi, "uyuyalım, insan uyudu mu her şeyi unutur". Yağmurdan hatıra kalan ıslanmış elbiselerini çıkarıp kuru bir şeyler giydi yatağına uzanıp battaniyesini başına kadar çekti, güvende hissediyordu kendini böylelikle. Yorgun gözlerini kapatıp kendini uykunun huzurlu ellerine bıraktı, aklının bir köşesinde ne zamandan kalma belli olmayan kahve lekesiyle...


• Gecenin bir yarısı uyanmıştı, kendini dinlenmiş hissediyordu yani en azından bedeni dinlenmişti. Yatağından kalkıp pencereye doğru yürüdü, camı açtı yağmur sonrası güzel ve serin havayı solumak istiyordu. Pencereye yanaştı, tenini bir ürperme aldı bundan hoşlanmıştı. Dışarısı oldukça sessiz ve tenhaydı ama iyice baktığında az ötede bozuk bir gece lambasının altında başını önüne eğmiş harekesiz duran birini fark etti bu saate bu soğuk havada onu dışarıya atan şeyin ne olduğunu merak etti belki de onunda içini yakan düşünceleri vardı ya da belki de sadece kaçan uykusunun peşine düşen bir yabancıydı. Pek meraklı biri olmadığı hâlde durup da adamı seyretmek istedi. O yabancının donuk hâli, onu hüzünlendirmişti. Pencerenin kenarından biraz çekildi fark edilmekten korkmuştu ama anlaşılan adamın zaten bir şey görecek hâli yoktu. Dalga dalga hüzün sarıyordu benliğini. Kaç kişiyiz acaba diye düşündü, kaç yorgun ,kırgın, yaralı, kayıp ruhuz... ne kadarlık bir alan kaplıyoruz şu canına yandığımın dünyasında, kimler neyler kolluyor kapımızı, hangi taraftan gelecek bir sonraki darbe? Ah şu biz insanlar! Diye iç geçirdi. nasılda mağlubuz birbirimize, kendimize ve nasıl da hevesliyiz başkalarının hayatında yara olmaya... aslında hepimiz de sahibiz geceleri bizi uyutmayan düşüncelere , ruhumuzu yakıp yıkan hislere... başkalarından, belki de en yakınlarımızdan mirastı bunlar. Aklına bir duvarda gördüğü yazı gelmişti. "Tutunacak bir dalımız kalmadı, tutunamıyoruz." sanırım oldukça haklıydı. Adamı izlemeye koyuldu sanki adamın ruhundaki sancılar esen yele birlikte ona ulaşıyordu. Bir sitem gibi "kayıp bir ruh daha" sözcükleri döküldü ağzından, o adama baktıkça öfke, kırgınlık, yorgunluk ve adını koyamadığı birçok duygu tarafından sarıldığını hissediyordu. Adam uzunca oturduktan sonra kalkıp karanlıkta usulca kayboldu , gözleri karanlıkta öylece ardından bakakaldı bir süre, ardından pencereyi kapatıp yatağına uzanıp battaniyesini başına kadar çekti yanaklarında sıcak bir kaç damlayla kendini uykunun gamsız kollarına bırakmaktı niyeti. sahi temizleyecek miydi o kahve lekesini...