E.Ş: Ayşe Hicret Hanım, öncelikle hoş geldiniz. Sizinle ve öykülerinizle olmak bizim için çok kıymetli. Mozart’ın Nasırlı Elleri ’nin sayfalarında gezerken kendimizi bir sergide buluyoruz. Bu sergide en dikkat çeken ise kadınların içsel yalnızlığının portresi. Bu yalnızlığın cümlelere işlenişi ve okuyucuya hissettirilmesi bağlamında öykülerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?


A.H.A: Erman Bey çok teşekkür ederim. Belirttiğiniz gibi öyküler için kadının yalnızlığı olarak sınırlandırabiliriz tabii ancak genel olarak insanın yalnızlığını kıymetli bulduğumu söylemeliyim. Farklı açılardan ele alıyorum tabii burada. İnsanın yaşamı keşfi için yalnızlığa da ihtiyacı var mutlaka ama öyküde ruhsal açıdan zorla itildiğimiz bir yalnızlık hâli, üstünde durduğum tema. Bir insandan beklediğimiz samimiyeti bulamama gibi bile değil, öykülerimde duygusal şiddet boyutundaki yalnız bırakılmadan bahsediyorum.


Öyküde dili önemsiyorum. Yalnızlık elbette tema olarak çok kullanıldı. Ancak “benim yalnızlığımı” anlatmak istedim. Edebiyat biraz da bunun için var, değil mi?

 


E.Ş: Öykülerinizi okurken, öne çıkan bir nokta da şudur ki; kadınlar, yüreğinde büyüttüğü yolculuklara değil de çevresindekilerin dayattığı yolculuklara çıkıyor. Bu yolculukların bavulunda bir takım roller de var. Toplumsal hayat içinde cinsiyetlere biçilen roller. Bunun üzerinden yola çıkarak kitaptaki öyküler üzerine konuşalım istiyorum.


A.H.A: İnsan karmaşık bir varlık. Bazen bir başkası tarafından bazen de bizzat kendimiz karmaşık hâle getiriyoruz yaşamı. Belki günümüzde daha fazla yalnızlığa mahkûm olmamızın da neticesi bu. Dolayısıyla yolculuğun temaları yani öykülerde ele aldığım temalar bazen bir nedenken bazen de sonuç hâlini alıyor.


Sorunuzda belirttiğiniz şekliyle kadınlar açısından durum daha da farklı tabii. Kadın olarak bizzat yaşadığımız konuları bile anlatmakta zorlanıyoruz. Çünkü akıp giden bir hayatımız var edebiyatın yanında. Bunun bu şekilde olmaması gerekirdi, edebiyat yaşamın tam da içinde, ortasında olan bir şey olmalıydı. Kendi adıma yine de bunu sürekli olarak aşmaya çalışıyorum. Kendi kendimize sansür uygulamamıza sebep oluyor o akıp giden hayat.


Fransız felsefeci Helene Cixiou diyor ki: “Kadın kendini yazmalıdır. Kadınlar hakkında yazmalıdır ve yazıya kadını geri getirmelidir. Kadının kendini metin içine koyması gerekir; aynı, dünyanın içine ve tarihin içine koyması gerektiği gibi.”

Hâlihazırda bunu yapabilmek için toplumsal rollere başkaldırmanız gerekiyor. Bu seferde farklı kimlikler yükleniyor üzerinize. Ben her şeye rağmen değil bu sorunlarla birlikte güçlü ve adanmış hissetmekten ve davranmaktan yanayım. Edebiyat bunun için çok güçlü bir alan.


Orhan Pamuk’un eserlerinde kadın üzerinden toplumun ikiyüzlülüğüne şahit oluyoruz. Sanırım okumak, düşünmek ve ifade edebilmek değişimi yaratabilecek en güzel unsurlar.  

 


E.Ş: “Aklımda kalanlar değil, unutmaya meylettiklerim büyütecekti beni.”

İnsan, yaşadıkları ve yaşayamadıkları arasında yaşanan bir ömürdür. Bu ömür aynı zamanda suskun hikâyelerle beraber akıyor. Kaleminiz de bu hikâyelerin sesi oldu. Bu sessizliği kırmak size neler hissettirdi?


A.H.A: Yaşamdaki en büyük korkum bomboş yaşayıp gitmek oldu her zaman. Bir davamın olmasını, düşünce dünyamı geliştirmeyi çok istedim. Edebiyatla bu kadar hemhâl olmam otuz beşli yaşlarıma denk geldi. Çok güzel ifade ettiniz, “sessizliği kırmak”.


Öykülerimde ifade ettiklerimi söylemeseydim büyük bir pişmanlık duyardım. Artık öyle bir pişmanlığım olmayacak mesela. Nasipse bundan sonrakiler için de böyle düşünüyorum, söylemeye devam edeceğim. Anlatmaya devam edeceğim. Ne olursa olsun bir değişim olsun diye direten insanları kıymetli buluyorum. Ben de öyle olmaya çalışıyorum.


Çok insan, çok kadın var ömrünü yaşayamadıkları için susarak geçiren. Ya da söylememesi tembih edilen. Susması emredilen. Onlara da ses olmak gerekmiyor mu? Ne yapabiliyorsak, elimizden ne kadarı geliyorsa yapmak boynumuzun borcu.

 

 

E.Ş: Aile ilişkileri, kitabınızda çok önemli bir yerde. Kız çocuklarının ailesiyle kurduğu bağ, yaşadıklarının temelini oluşturuyor. Öyküleriniz de bu ilişkilere ayna tutuyor. Bu noktada toplumumuzdaki aile ilişkilerini kız çocuklarının gelişimi açısından baktığınızda geldiği noktayı nasıl görüyorsunuz?


A.H.A: Dediğiniz gibi aile değerlerimizi kazandığımız yer. Birçok önemi var sayabileceğimiz, değerler konusu en önemlilerinden biri bence. Eğitimlerimde dikkatimi çeken nokta bu oluyor; özellikle kadınlar değerlerini sorduğunuzda başarılı olmak demiyor, kariyer demiyor; aile ve özellikle çocuklarının geleceğini söylüyor. Ancak aynı düzlemde davranış sergilenmiyor. Değerlerimiz gerçekten ifade ettiklerimizse davranışlarımız da o değere hizmet eder.


Bir insanın ailesine, çocuklarına değer atfetmesinde elbette sorun yok. Ancak o konuyu içselleştirmişsek ve eylemlerimizle bunu yansıtıyorsak sorun yok. Kadın bundan dolayı mutsuzsa ortada bir ikilem var demektir. Ailede gördüklerimizi yansıtmaya çalışıyoruz. Yaşlılık dönemlerinde ise saçımı süpürge ettim ya da kendimi hiç düşünmedim konusuna dönüşüyor bu durum. Kadının ikilemlerinin bitmesi için dengeli bir ruh hâli şart. Tabii toplumun gelişmesi için de. Bu anlamda çok fazla sorunun olduğu kesin. Bu sebeple öykülerimde aile ilişkileri önemli bir yer tutuyor. Çünkü benim nasıl bir ailede büyüdüğümü değil toplumdaki aileyi önemsiyorum.



E.Ş: Kahramanların içsel konuşmalarının bize gösterdiği birçok şey var: Öncellikle yarım kalan hikâyeler, gerçekleştirilmek istenen hayaller ve hedefler. Bir yanıyla kahramanların çıplak yanını ortaya koyuyorsunuz. Kalabalıkların giydirdiği bütün sözcükleri çıkartıyorsunuz. Bu çıplaklığı biraz da sizden dinleyelim.


A.H.A: Çok güzel ifade etmişsiniz Erman Bey, teşekkür ederim. İç seslerimiz farkında olmadan çok fazla yer tutuyor hayatımızda. Hedeflerimize ulaşmak için de doyurucu bir hayat inşa etmek için de. İç diyaloglara önem vermemin sebebi bu. İnsan kendine ne ifade ediyor, ne söylüyor? Dışarıdan nasıl göründüğümüzden önce kendimizi nasıl görüyoruz?


Kalabalıklara hiçbir zaman o saf yanımızı göstermiyoruz aslında. İnsanın iyi yanları da var, kötücül yanları da var. Sinirlendiğimizde, yas hâlinde çok değişken ruh hâllerimiz de var. Kendi kendimizi tanıyamazken bazen, başka bir insanın tamamına hâkim olması için derinleşmek gerekiyor.


Derinleşmek de günümüzde çok zor olduğundan zaten yalnızlaşmıyor muyuz? “Kimsenin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya” dediği durum şairin. İncelikler yaşamı güzelleştirirken kaçıyoruz onlardan, zor geliyor. İnsanın çıplak yanını görmek istemiyoruz. Yüzeysellik yetiyor. Git gide saydamlaşıyoruz. Sonra başa dönüyoruz ve iç seslerimiz değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi söylüyor.

Hayat sürekli bir mücadele hâli ve kimse bize farklı bir şey söylememişti. Birçok hadise yaşadıktan sonra bunu kabullenen ve buradan umut da çıkaran öykü karakterlerimin olması tesadüf değil. Öykülerim de benim yaşama bakışımdan farklı değil. En azından ilk kitap için bunu söyleyebilirim.